
Zincirlerimizi görelim ve onları kıralım.

Bizim için, bilincin maddi koşullarla ilişkisini kavramak hayati önem taşır. Bu ilişkinin en sinsi ve tehlikeli tezahürlerinden biri de yanlış bilinç kavramıdır. Yanlış bilinç, ezilen sınıfların veya toplumsal grupların, kendi gerçek çıkarlarını, toplumsal konumlarını ve sömürülme mekanizmalarını doğru şekilde algılayamamaları durumudur. Bu, genellikle egemen ideolojinin etkisiyle, mevcut sömürü düzenini meşrulaştıran veya ona rıza üreten fikirleri benimsemeleri şeklinde ortaya çıkar. Bu, gözümüze çekilen bir perdedir; bizi içinde yaşadığımız kafesi görmekten alıkoyan bir aldatmacadır.
Yanlış bilinç gökten zembille inmez. O, belirli maddi ilişkilerin, egemen üretim biçiminin ve sınıf yapısının ideolojik bir ürünüdür. Egemen sınıf, kendi çıkarlarını korumak ve tahakkümünü sürdürmek için devlet aygıtları, medya, eğitim sistemi, din ve kültürel pratikler aracılığıyla bu yanlış bilinci sürekli olarak yeniden üretir ve yayar. Ancak bu bilinç mutlak ve değişmez değildir; maddi koşullardaki değişimler ve sınıf mücadelesinin ivmelenmesiyle kırılabilir, yerini gerçek sınıf bilincine bırakabilir.
Tarihsel süreçte, bilim dahi egemen sınıf ideolojisinin ve yanlış bilincin aracı haline getirilebilmiştir. 19. ve 20. yüzyıl başlarında yükselen “bilimsel” ırkçılık ve sosyal Darwinizm bunun çarpıcı bir örneğidir. Irklar arasında biyolojik olarak üstünlük-aşağılık ilişkisi olduğu iddiası veya “güçlünün hayatta kalması” ilkesinin insan toplumlarına mekanik olarak uygulanması, dönemin emperyalist ve sömürgeci politikalarını, aynı zamanda sınıflar arası eşitsizliği “doğal” ve “bilimsel” gerçekler gibi sunarak meşrulaştırmıştır. Bu sözde bilimsel tezler, ezilen halkların sömürülmesini ve yoksul sınıfların kaderini kabul etmesini sağlayan güçlü birer yanlış bilinç kaynağıydı. İnsanlar, toplumsal eşitsizliği yapısal sömürüden ziyade biyolojik veya doğal bir sonuç olarak görmeye teşvik ediliyordu.
Amerikan toplumunun temelindeki yanlış bilinç örneklerinden biri, “Amerikan Rüyası” (American Dream) mitidir. Bu anlatı, sıkı çalışmanın ve bireysel azmin herkes için sosyal ve ekonomik başarıyı getireceğini iddia eder. Bu fikir, sınıf farklılıklarını, yapısal eşitsizlikleri, ırksal ve sosyal engelleri görmezden gelerek, yoksulluğu bireysel bir başarısızlık gibi sunar. Zenginliği ve yoksulluğu sistemin değil, bireyin suçu haline getirir. Bu yanlış bilinç, insanların kolektif olarak sistemin kendisini sorgulamasını ve ona karşı mücadele etmesini engelleyerek, statükonun devamlılığına hizmet eder. Günümüzde hala “serbest piyasanın” kutsallığına duyulan inanç, sendikalara karşı düşmanlık ve zenginlerin vergilerinin düşürülmesinin topluma fayda sağlayacağı gibi fikirler, bu yanlış bilincin modern tezahürleridir.
Feodalizm dönemindeki “ilahi hak” meşruiyeti, yanlış bilincin belki de en saf formlarından biridir. Kralların iktidarlarının doğrudan Tanrı’dan geldiği ve toplumsal hiyerarşinin (asil, rahip, köylü) Tanrı tarafından belirlendiği inancı, köylülerin ve serflerin kendi sefaletlerini ve sömürülmelerini kader veya ilahi düzenin bir parçası olarak kabul etmelerine yol açmıştır. Bu inanç, ayaklanma ve direniş potansiyelini baskılamış, egemen sınıfın (aristokrasi ve kilise) tahakkümünü dini bir maskeyle sağlamlaştırmıştır. Buradaki yanlış bilinç, maddi sömürüyü manevi bir kabullenişle perçinlemiştir.
Bugünün Türkiye’sinde yanlış bilincin pek çok güncel ve yakıcı tezahürünü gözlemleyebiliriz. Ekonomik krizler, yüksek enflasyon, işsizlik gibi sorunların temel sebebinin “dış güçler”, “faiz lobisi” veya “Türkiye’nin büyümesini istemeyenler” olduğu yönündeki yaygın inanç. Bu yanlış bilinç, kapitalist sistemin kendi içsel çelişkilerini, ülkenin üretim yapısındaki sorunları, rant ekonomisine dayalı birikim rejimini, kayırmacılığı ve sınıfsal eşitsizlikleri görmezden gelmeyi teşvik eder. İnsanlar, kendi maaşlarının erimesinin veya işsiz kalmalarının sorumlusunu uluslararası komplolarda ararken, içerideki egemen sınıfın, sermayenin ve onlarla kol kola giren siyasi iktidarın rolünü ıskalarlar. Bu, işçi sınıfının ve emekçilerin kendi gerçek düşmanlarını tanımlamasını engeller.
Toplumun etnik, mezhepsel veya siyasi kutuplara bölünmesi ve bu kimliklerin sınıfsal kimliğin önüne geçirilmesi. İnsanlar, aynı sömürü düzeninden muzdarip olmalarına rağmen, farklı kimlik aidiyetleri üzerinden birbirine düşman edilerek ortak sınıf çıkarları temelinde birleşmeleri engellenir. “Bizden olanlar” ve “öteki” anlatıları, işvereniyle işçiyi, patronla emekçiyi aynı “milli” veya “dini” kimlik çatısı altında toplayarak sınıfsal çelişkinin üzerini örter. Bu, egemenlerin “böl ve yönet” taktiğinin yanlış bilinç üzerinden işlemesidir
Kurtuluşun veya istikrarın tek bir lidere veya partiye koşulsuz biattan geçtiği inancı. Bu, bireysel ve kolektif siyasi failliği ortadan kaldırır, eleştirel düşünceyi zayıflatır ve toplumsal sorunların yapısal kökenlerini göz ardı ederek her şeyi liderin iradesine bağlar. Emekçiler, kendi hakları için mücadele etmek yerine, liderin lütfedeceği iyileştirmeleri beklemeye yönlendirilebilirler. Bu, otoriter rejimlerin en sevdiği yanlış bilinç biçimidir.
Artan yoksulluk, iş güvencesizliği ve adaletsizliğin, sistemin sonucu değil, ya bireysel yetersizliğin ya da “kaderin” bir parçası olarak görülmesi. Bu, toplumsal mücadele ve kolektif eylem yerine, bireysel kurtuluş çabalarına veya tevekküle yönelimi güçlendirir. Hak arama mekanizmalarının tıkanmasıyla birleşince, bu yanlış bilinç, ezilenlerin sesini tamamen kısabilir.
Yanlış bilinç, ancak bilinçli ve örgütlü bir mücadeleyle aşılabilir.
Etnik, mezhepsel, bölgesel veya siyasi kimlik farklılıklarını aşarak, işçilerin, emekçilerin, yoksul köylülerin, işsizlerin ve güvencesizlerin ortak sınıfsal çıkarlarını vurgulamak. Sermayenin ortak düşman olduğunu ve farklı kimliklerden ezilenlerin ancak birlikte mücadele ederek kazanabileceğini anlatmak. Bu, toplumsal kutuplaşmayı değil, sınıf dayanışmasını merkeze alan bir dil ve pratik gerektirir.
Egemenlerin resmi tarih ve ekonomi anlatılarını sorgulayan, sınıfsal çelişkileri, sömürü mekanizmalarını ve ideolojinin rolünü açıkça ortaya koyan bir eğitim ve bilinçlendirme faaliyeti yürütmek. Okullardan, medyadan, sivil toplum alanından alternatif bilgiler sunmak. Türkiye kapitalizminin nasıl işlediğini, kimin kazandığını kimin kaybettiğini somut verilerle açıklamak.
Egemen medyanın dezenformasyonuna ve manipülasyonuna karşı, gerçeği konuşan, sınıf perspektifini yansıtan, halkın sesini duyuran bağımsız medya organlarını ve alternatif iletişim ağlarını desteklemek, yaratmak ve yaygınlaştırmak. Sosyal medyanın da bu amaçla etkin ve bilinçli kullanılması.
İşçi sendikaları, mahalle dernekleri, öğrenci toplulukları, kadın örgütleri gibi tabandan gelen bağımsız örgütlenmeleri inşa etmek ve güçlendirmek. Bu örgütlenmeler, insanların kendi sorunları hakkında kolektif bilinç geliştirebilecekleri, kendi çıkarları doğrultusunda eyleme geçebilecekleri ve yanlış bilincin bireyciliğini kırabilecekleri temel araçlardır. Doğrudan mücadele deneyimi, yanlış bilinci dağıtır.
Sınıfsal gerçekliği yansıtan, ezilenlerin yaşamlarını ve mücadelelerini konu alan, eleştirel ve dönüştürücü bir sanat ve kültür üretimi yapmak ve yaymak. Popüler kültürün uyuşturucu ve yanlış bilinç yayan etkisine karşı, bilinç yükselten, sorgulatan ve umut veren eserler ortaya koymak.
İşçi hakları, konut hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı gibi somut ve günlük yaşamı etkileyen hak mücadeleleri üzerinden insanları bir araya getirmek. Bu mücadeleler sırasında yaşanan deneyimler, sistemin işleyişini, kimin kimden yana olduğunu ve kolektif eylemin gücünü göstererek yanlış bilincin aşılmasına yardımcı olur.
Yanlış bilinç, egemen sınıfın en güçlü silahlarından biridir. Gözümüzdeki perdeyi kaldırmadan, gerçek zincirlerimizi göremeyiz ve onları kıramayız. Türkiye’nin içinden geçtiği bu zorlu süreçte, yanlış bilinci teşhir etmek ve yerine devrimci sınıf bilincini inşa etmek, yalnızca entelektüel bir görev değil, aynı zamanda acil bir devrimci görevdir. Zincirlerimizi görelim ve onları kıralım.
Bir yanıt yazın