
Türkiye ya köklü bir değişimle “haklı” bir düzene kavuşacak ya da bu haksız düzen, ülkeyi bir varoluş kriziyle karşı karşıya bırakacak. İşte o zaman, bu vatanın gerçek sahipleri, bir daha sömürücülere boyun eğmemek üzere gerçek bir “yurt savaşı” verecek.

1908 Jön Türk Devrimi’nin ardındaki gizli oyunlar, o dönemin ulusal kurtuluş hareketlerini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme çabalarıyla bugünkü senaryolar arasında şaşırtıcı benzerlikler sunuyor. Birinci Dünya Savaşı’na dönüp baktığımızda, yarı sömürgeleşmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük güçlerin çatışmasında nasıl bir piyon haline geldiğini açıkça görürüz. İmparatorluğun parçalanması, bu paylaşım savaşının kilit bir unsuru olmuş ve bizler de bu büyük yıkımın en ağır bedelini ödeyenlerden biri olmuştuk.
Savaş sona erdiğinde, Versay ve Sevr gibi antlaşmalarla emperyalistlerin hedeflerine ulaştıkları sanıldı. Ancak hesapta olmayan bir gelişme yaşandı: Rusya’da işçi sınıfı iktidara geldi. Bolşevikler, devrimci duruşlarıyla, tüm ilhakları reddettiler, gizli anlaşmaları yok saydılar ve ezilen halkların yanında yer alan bir dış politika izleyeceklerini duyurdular. Bu tutum, Anadolu’da yükselen direnişe ve Ankara hükümetine verilen desteğin, basit bir tercih değil, ilkesel bir duruş olduğunu gözler önüne serdi. Sadece Sovyetler Birliği değil, 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal ve ona bağlı partiler de aynı çizgiyi benimsedi. Sınıfsal ve ideolojik farklılıklara, hatta zaman zaman yaşanan gerilimlere rağmen, devrimci Marksist kanadın Anadolu’daki mücadeleye böylesine net ve kapsamlı bir destek vermesi, tarihte ender rastlanan bir örnektir. Bu yaklaşım, emperyalizme duyulan derin nefretten ve yoksulluk, yağma, hastalıklarla boğuşan Anadolu köylüsüne karşı duyulan ahlaki ve siyasi sorumluluktan besleniyordu. Bu, sağlam ve sınıfsal bir bakış açısıydı.
Halkın Azmi ve Sömürünün Gölgesi
Yedi yıl boyunca çürüyen bir imparatorluğun bekası için, ardından üç yıl boyunca yeni bir ülke kurmak için savaşan o yoksul Anadolu insanlarının torunları, bugün Türkiye işçi sınıfını oluşturuyor. Onlar, tıpkı Kurtuluş Savaşı romanlarında tasvir edilen halk kahramanları gibi, toprak ağalarının zulmüne karşı durabilen, işgalcilerle mücadelede ustalaşan, ancak ne savaş öncesinde ne de sonrasında yoksulluktan kurtulamayan milyonlarca insan. “Bizim de günümüz gelecek” diyerek umutla ama sabırla direnenler.
Ancak aynı mücadele döneminde, gayrimüslimlerin mallarına el koyan, yoksul köylünün emeğini sömüren, kamu kaynaklarını kullanarak sermaye biriktiren sömürücü figürlerin soyundan gelenler ise bugünün sermaye sınıfının çekirdeğini oluşturuyor. Milli Mücadele’yi bir zenginleşme aracı olarak gören, işgalcilerle işbirliği yapıp sonra “kazananların” safına geçen bu düzenbazlar, bugün de ülkenin tüm zenginliklerine çökmüş durumda. Ne yazık ki, çok şey değişmiş gibi görünse de, temel adaletsizlikler hiç değişmedi!
Eşitsizliklerin derinleştiği, yolsuzluğun ve zorbalığın sıradanlaştığı, sermaye sınıfının ise alabildiğine semirdiği bugünkü Türkiye’de, emekçi halk dışında hiçbir şeyin kayrılması söz konusu olamaz. Yüz yıl önce büyük bir haklı mücadeleyle kurulan bu ülkenin mevcut haliyle “haklı” olduğunu iddia etmek, her köşesinden adaletsizlik fışkıran bu düzenin temsilcilerini uluslararası alanda “adalet savaşçısı” gibi göstermek, tarihteki şoven politikacı ve sözde aydınların kanlı emperyalist kapışmalara halkı ikna etme çabalarından farksızdır.
Geleceğin Çatışması ve Adalet İçin Çağrı
Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokan İttihatçıların “acaba yeniden büyüme mümkün olur mu” merakından kurtulamadıkları gibi, bugünkü Türkiye kapitalizmi de yapısal sorunlarına ve kırılganlığına rağmen “gerileyen” bir sınıfa sokulamaz. Sermaye sınıfımız ve onların siyasi temsilcileri “yükselmek” ve “genişlemek” arzusunda. Rekabetin neredeyse her bölgede çatışmaya dönüştüğü bu zorlu dönemde, yüz yıl öncesinde Anadolu’dan yükselen itirazı ve onun getirdiği sıkıntıları unutmayan güçlü emperyalist ülkeler de, Türkiye’ye hakim olan sınıfın bu ihtiraslarından nasıl faydalanacaklarının hesabını yapıyorlar. “Biraz güçlensin, bizim için çalışsın” bir seçenek, “uçuruma sürüklemek” ise diğer bir seçenek.
Türkiye’nin genişleyerek çözülme sürecine girmesi de, duvara çarparak küçülmesi de, emekçi halk için aynı yıkıcı sonuçları doğuracaktır.
Bu düzen, açıkça haksızdır. Bunun üzerine söylenecek söz yoktur.
Türkiye ya köklü bir değişimle “haklı” bir düzene kavuşacak ya da bu haksız düzen, ülkeyi bir varoluş kriziyle karşı karşıya bırakacak. İşte o zaman, bu vatanın gerçek sahipleri, bir daha sömürücülere boyun eğmemek üzere gerçek bir “yurt savaşı” verecek.
Bir yanıt yazın