Skip to content
  • Hakkımda
  • Blog
  • Şiirler
  • Öyküler
  • İletişim

Copyright izlek 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress

izlek
  • Hakkımda
  • Blog
  • Şiirler
  • Öyküler
  • İletişim
Siyaset Article

İran-İsrail Gerilimi Ekseninde Emperyalist Hesaplaşma

On 15.06.2025Sisyphos
İran ile İsrail arasındaki gerilim, bir süredir Ortadoğu'nun kaynayan kazanıydı; patlaması an meselesiydi. Şimdi ise beklenen oldu, sahne bambaşka bir boyuta taşındı ve bölgedeki taşlar yerinden oynadı. Bu çatışma, basit bir "iki devletin kapışması" olmaktan çok öte, emperyalist politikaların, bölgesel hegemonya savaşlarının ve Siyonist işgalin derin izlerini taşıyan, karmaşık bir düğüm. Washington'dan Tel Aviv'e, Tahran'dan Riyad'a uzanan bu denklemi anlamak için, sadece bugüne bakmak yetmez; tarihin kirli sayfalarını karıştırmak, sınıf mücadelelerinin Ortadoğu'daki acımasız seyrini kavramak şart. Zira bu yangın, Filistin halkının kanı üzerine kurulu adaletsizliğin, emperyalizmin kanlı parmak izlerinin ve halkların kendi geleceklerini belirleme mücadelesinin ta kendisi. Bu yazı, söz konusu çatışmanın farklı katmanlarını, bölgesel ve küresel aktörlerin rollerini ve bu karmaşık denklemde halkların hangi konumda yer aldığını, tarihselci bir perspektifle ve devrimci bir bakış açısıyla çözümlemeyi hedeflemektedir.
İran ile İsrail arasındaki gerilim, bir süredir Ortadoğu'nun kaynayan kazanıydı; patlaması an meselesiydi. Şimdi ise beklenen oldu, sahne bambaşka bir boyuta taşındı ve bölgedeki taşlar yerinden oynadı. Bu çatışma, basit bir "iki devletin kapışması" olmaktan çok öte, emperyalist politikaların, bölgesel hegemonya savaşlarının ve Siyonist işgalin derin izlerini taşıyan, karmaşık bir düğüm. Washington'dan Tel Aviv'e, Tahran'dan Riyad'a uzanan bu denklemi anlamak için, sadece bugüne bakmak yetmez; tarihin kirli sayfalarını karıştırmak, sınıf mücadelelerinin Ortadoğu'daki acımasız seyrini kavramak şart. Zira bu yangın, Filistin halkının kanı üzerine kurulu adaletsizliğin, emperyalizmin kanlı parmak izlerinin ve halkların kendi geleceklerini belirleme mücadelesinin ta kendisi. Bu yazı, söz konusu çatışmanın farklı katmanlarını, bölgesel ve küresel aktörlerin rollerini ve bu karmaşık denklemde halkların hangi konumda yer aldığını, tarihselci bir perspektifle ve devrimci bir bakış açısıyla çözümlemeyi hedeflemektedir.

İran ile İsrail arasındaki gerilim, bir süredir Ortadoğu’nun kaynayan kazanıydı; patlaması an meselesiydi. Şimdi ise beklenen oldu, sahne bambaşka bir boyuta taşındı ve bölgedeki taşlar yerinden oynadı. Bu çatışma, basit bir “iki devletin kapışması” olmaktan çok öte, emperyalist politikaların, bölgesel hegemonya savaşlarının ve Siyonist işgalin derin izlerini taşıyan, karmaşık bir düğüm. Washington’dan Tel Aviv’e, Tahran’dan Riyad’a uzanan bu denklemi anlamak için, sadece bugüne bakmak yetmez; tarihin kirli sayfalarını karıştırmak, sınıf mücadelelerinin Ortadoğu’daki acımasız seyrini kavramak şart. Zira bu yangın, Filistin halkının kanı üzerine kurulu adaletsizliğin, emperyalizmin kanlı parmak izlerinin ve halkların kendi geleceklerini belirleme mücadelesinin ta kendisi. Bu yazı, söz konusu çatışmanın farklı katmanlarını, bölgesel ve küresel aktörlerin rollerini ve bu karmaşık denklemde halkların hangi konumda yer aldığını, tarihselci bir perspektifle ve devrimci bir bakış açısıyla çözümlemeyi hedeflemektedir.

Tarihsel Arka Plan ve Emperyalist Parmak İzleri

İran ile İsrail arasındaki güncel gerilimi doğru okuyabilmek için, meselenin köklerine, yani emperyalizmin Ortadoğu’daki kanlı tarihine inmek zorunludur. Bu coğrafyadaki her çatışma gibi, İran-İsrail gerilimi de bir avuç emperyalist gücün ve onların bölgesel işbirlikçilerinin çıkar hesaplarından bağımsız düşünülemez.

İran-İsrail ilişkilerinin tarihi gelişimi, karmaşık dönüşümlerle doludur. 1979 İran İslam Devrimi’ne kadar olan Şah dönemi, her ne kadar resmen tanınmamış olsa da İsrail ile İran arasında örtülü bir işbirliği dönemiydi. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğine ve Sovyet etkisine karşı bir denge unsuru olarak görülen Şah rejimi, ABD’nin de onayıyla İsrail ile istihbarat ve güvenlik alanında gayri resmi temaslar kuruyordu. Ancak 1979 devrimi, bu tabloyu kökten değiştirdi. Şah’ın devrilmesiyle birlikte, emperyalizme bağımlılık söylemi üzerine kurulan yeni İran rejimi, Siyonist İsrail’i “Küçük Şeytan”, ABD’yi ise “Büyük Şeytan” ilan ederek radikal bir değişim yaşadı. Bu dönüşüm, bölgesel dengeleri altüst eden ve bugünkü düşmanlık eksenini kuran temel adımdı.

Bu düşmanlığın merkezinde ise Siyonist işgalin yarattığı kangren Filistin meselesi yatmaktadır. 1948’den bu yana devam eden Filistin halkının topraklarından sürülmesi, katliamlar ve işgal politikaları, Ortadoğu’daki kalıcı istikrarsızlığın yegane kaynağıdır. İsrail’in varlığı, bölgede bir sömürgeci yerleşimci devlet olarak, emperyalist çıkarların ileri karakolu işlevini görmektedir. İran rejimi, Filistin davasını kendi “direniş ekseni” politikalarının ve bölgesel nüfuz mücadelesinin önemli bir aracı olarak kullanırken, bu durum Filistin halkının gerçek kurtuluş mücadelesiyle her zaman örtüşmeyebilir. Ancak açık olan şudur ki, Filistin’deki adaletsizlik giderilmedikçe, bölgede kalıcı bir barıştan söz etmek hayaldir.

ABD emperyalizmi, Ortadoğu’daki bu kanlı tablonun baş aktörüdür. İsrail’e verilen kayıtsız şartsız askeri, ekonomik ve siyasi destek, Washington’ın bölgedeki stratejik çıkarlarının temel direğidir. İran’a yönelik yıllardır süregelen yaptırımlar, kuşatma politikaları ve bölgedeki yoğun askeri varlığı, ABD’nin İran’ı “ehlileştirme” veya rejimi değiştirme çabasının açık göstergeleridir. ABD’nin bu müdahaleci tavrı, çatışmaların körüklenmesinde ve bölgesel istikrarsızlığın derinleşmesinde kilit rol oynamaktadır. Her ne kadar gerilimi düşürme söylemleri dile getirilse de Washington’ın temel politikaları, İsrail’in güvenliğini ve kendi bölgesel hegemonyasını garanti altına alma üzerine kuruludur.

Bu gerilim, kaçınılmaz olarak küresel güç dengelerini de etkilemektedir. Rusya ve Çin, ABD’nin tek kutuplu dünya düzenini kırma arayışında olan iki büyük güç olarak, Ortadoğu’daki her gelişmeyi yakından takip etmektedir. Rusya, bir yandan İran ile stratejik işbirliklerini sürdürürken, diğer yandan İsrail ile de belirli bir iletişim kanalını açık tutmaya çalışmaktadır. Moskova, çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşmesini istemese de ABD’nin bölgedeki gücünün zayıflamasını kendi lehine görebilir. Çin ise, enerji kaynakları ve “Kuşak ve Yol” projesi gibi ekonomik çıkarları doğrultusunda bölgesel istikrarı tercih etmektedir. Pekin, çatışmalara doğrudan müdahil olmaktan kaçınsa da ABD’nin bölgedeki hegemonyasını eleştirerek ve diplomatik çözümleri savunarak dolaylı bir rol oynamaktadır. Her iki ülke de Batı’nın bölgedeki manevralarından duydukları kaygıları dile getirirken, aynı zamanda bu gerilimlerin kendi küresel pozisyonlarını güçlendirme potansiyelini de göz ardı etmemektedir.

İran İslam Cumhuriyeti’nin Konumu ve Bölgesel Rolü

İran İslam Cumhuriyeti, Ortadoğu denkleminde kendine özgü ve karmaşık bir konumda duruyor. Bazen Batı emperyalizmine karşı “direniş” gösteriyor gibi dursa da bazen de kendi bölgesel gücünü pekiştirmek için sert politikalar izleyebiliyor. Bu ikircikli durum, İran rejiminin iç dinamikleri ve sınıfsal yapısıyla doğrudan ilintili. Devrimin başat sloganı “Ne Doğu Ne Batı, Yalnızca İslam Cumhuriyeti” olsa da rejimin gerçekte anti-emperyalist retoriği ile bölgesel yayılmacı politikaları arasında ciddi çelişkiler var. İran, bir yandan ezilen halkların hamisi gibi görünürken, diğer yandan kendi dini ve siyasi nüfuzunu genişletmek için mezhepsel gerilimleri kullanmaktan çekinmiyor. Bu durum, İran’ın bölgedeki bazı “direniş” gruplarına verdiği desteğin ardında yatan pragmatik çıkar hesaplarını da gözler önüne seriyor.

Bu noktada, İran’ın bölgesel politikalarının temelini oluşturan “Direniş Ekseni” kavramını iyi anlamak gerek. Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiiler, Irak’taki Şii milisler ve Suriye’deki Esad yanlısı güçler gibi vekil aktörler, İran’ın Ortadoğu’daki stratejik derinliğini oluşturuyor. Bu vekil güçler, İran’a İsrail’e ve ABD’ye karşı dolaylı bir mücadele alanı sağlarken, aynı zamanda Tahran’ın bölgedeki nüfuzunu artırma ve potansiyel tehditleri kendi sınırlarından uzak tutma aracı oluyor. Bu ağ, İran’ın konvansiyonel askeri kapasitesindeki sınırlamalara rağmen, bölgesel denklemi etkilemesini ve stratejik caydırıcılık yaratmasını sağlıyor.

İran’ın artan bölgesel etkinliği ve nükleer programı, doğal olarak İsrail’in temel güvenlik kaygılarından biri. İsrail, uzun süredir İran’ın nükleer tesislerine yönelik siber saldırılar, İranlı bilim insanlarına yönelik suikastler ve özellikle Suriye topraklarındaki İran destekli güçlere yönelik hava operasyonları gibi saldırılarla İran’ın askeri ve nükleer kapasitesini zayıflatmayı hedefliyor. Bu saldırılar, sadece İran’ın askeri altyapısını değil, aynı zamanda bölgesel vekil güçleriyle olan bağlantılarını da bozmayı amaçlıyor. İsrail’in bu saldırgan tutumu, çatışmanın fitilini ateşleyen sürekli bir provokasyon kaynağı durumunda.

İşte tam da bu gerilim ortamında, İran’ın İsrail’e yönelik son doğrudan füze ve dron saldırısı, bölgede kartları yeniden dağıtan bir hamle oldu. Bu saldırı, İran rejiminin iç ve dış dinamikleri açısından çok boyutlu analiz edilmeli. İçeride, ekonomik sıkıntılar ve toplumsal muhalefetle boğuşan rejimin, bu saldırıyla ulusal birliği pekiştirme ve kendi tabanını konsolide etme amacı taşıdığı açık. Dışarıda ise, İsrail’in konsolosluk binasına yaptığı saldırıya doğrudan bir yanıt vererek caydırıcılık mesajı vermek ve bölgesel güç dengesinde geri adım atmayacağını göstermek istedi. Ancak bu saldırının ölçeği ve zamanlaması, aynı zamanda büyük bir bölgesel savaşı tetiklemekten kaçınma ve Batı’nın olası misilleme kapasitesini göz önünde bulundurma gibi pragmatik hesapları da içeriyordu. İran, bu hamleyle hem “ben de vurabilirim” mesajı verdi hem de topu yeniden İsrail ve ABD sahasına attı.

Türkiye’nin Konumu ve Sermaye Sınıfının Kaygıları

İran-İsrail gerilimi, Ortadoğu’nun karmaşık denkleminde Türkiye’yi de kritik bir konuma yerleştiriyor. Türk devleti, bu çatışmada yıllardır uyguladığı denge politikasını sürdürmeye çalışıyor. Bir yandan, özellikle kamuoyu baskısının da etkisiyle, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırgan politikalarını sert biçimde eleştiriyor; Gazze’deki insanlık dramına dikkat çekiyor. Diğer yandan ise, bölgesel bir güç olarak İran’la olan ilişkilerinin karmaşıklığı, Ankara’yı diplomatik bir ikileme sürüklüyor. İran, Türkiye’nin hem komşusu hem de enerji tedarikçilerinden biri; dolayısıyla ilişkileri tamamen kesmek, Türkiye’nin kendi çıkarlarıyla çelişiyor.

AKP iktidarının bu süreçteki yaklaşımı, ideolojik ya da mezhepsel yakınlaşmalardan ziyade, katı bir pragmatizme dayanıyor. Parti, kendi siyasal İslamcı tabanının hassasiyetlerini gözetmekle beraber, dış politikada ekonomik ve siyasi çıkarlarını ön planda tutuyor. Bu, dışarıdan Filistin’e tam destek verir gibi görünürken, arka planda İsrail’le ticari ve diplomatik ilişkileri sürdürme gibi iki yüzlü bir politikanın zeminini oluşturuyor. Örneğin, İsrail’le Azerbaycan üzerinden yürütülen enerji ve ticari anlaşmalar, özellikle bazı stratejik şirketlerin bu ilişkilerdeki rolü, Filistin davasına verilen sözde desteğin nasıl boşlukta kaldığını gösteren çarpıcı örneklerdir. Savaşın tam ortasında dahi devam eden bu ticari ilişkiler, AKP iktidarının ve temsil ettiği sermaye sınıfının asıl önceliğinin ekonomik kazançlar olduğunu apaçık ortaya koyuyor.

Türkiye sermaye sınıfının örgütlü temsilcisi TÜSİAD ve benzeri çevreler, bu çatışmaya öncelikle bölgesel istikrarsızlığın ekonomik etkileri penceresinden yaklaşıyor. Onlar için Ortadoğu’daki her gerilim, ticaret yollarının güvenliğini, enerji arzını, yatırım ortamını ve küresel tedarik zincirlerini doğrudan etkiliyor. Bu nedenle, çatışmanın tırmanmasından duydukları ciddi kaygıları dile getirerek de-eskalasyon çağrılarında bulunuyorlar. TÜSİAD’ın yakın dönemde yaptığı “jeopolitik zekâ” çağrısı ve Şimşek programına destekleri, Türkiye’nin küresel ekonomiye entegrasyonu ve sermaye çıkarlarının korunması için bölgesel gerilimin düşürülmesi arzusunun net bir ifadesidir. Onlar için Ortadoğu, siyasal ya da ideolojik bir cephe değil, ekonomik fırsatların ve risklerin yönetilmesi gereken bir alandır.

Ancak AKP iktidarının ve arkasındaki sermaye sınıfının bu pragmatik tutumu, aynı zamanda yeni Osmanlıcı bir yayılmacılıkla da harmanlanıyor. Bölgedeki her krizi, Türkiye’nin etkisini artırma ve nüfuz alanını genişletme fırsatı olarak görüyorlar. Bu, sadece Filistin meselesine “hamilik” etmekle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda Libya’dan Suriye’ye, Irak’tan Karabağ’a uzanan geniş bir coğrafyada askeri ve siyasi varlık gösterme çabalarını da içeriyor. Bu yayılmacı eksen, Ortadoğu’daki kaosu kendi çıkarlarına uygun bir yeniden yapılanma alanı olarak değerlendirme eğilimini ortaya koyuyor. Türkiye’nin, İsrail’le örtülü ticari ilişkilerini sürdürürken, diğer yandan Filistin davasına sözde destek veren bir retorik kullanması, bu yeni Osmanlıcı ve pragmatik yayılmacılığın en belirgin iki yüzlü örneğidir.

Kürt Hareketi ve PJAK’ın Durumu: İki Ateş Arasında Bir Halk

Kürt hareketi, tarihsel olarak kendisini karmaşık ve çok katmanlı bir konumda bulmuştur. Bölgedeki her büyük çatışma, Kürtlerin geleceklerini belirleme mücadelesini yeni sınamalarla karşı karşıya bırakmıştır. Bu hareket, bir yandan kendi halkının ulusal hakları için savaşırken, diğer yandan bölge devletleri (Türkiye, İran, Irak, Suriye) ve küresel emperyalist güçlerle (ABD, Avrupa) girift ve çoğu zaman çelişkili ilişkiler kurmuştur. Bu durum, Kürtleri sürekli olarak iki ateş arasında bırakmış, çıkış arayışlarını daha da zorlu kılmıştır.

PJAK (Partiya Jiyana Azad a Kurdistanê), yani İran PKK’sı olarak bilinen örgüt, bu karmaşanın İran ayağındaki somut bir örneğidir. PJAK, İran rejiminin kendi topraklarındaki Kürtlere yönelik baskıcı politikalarına karşı mücadele ederken, İran-İsrail çatışması gibi bölgesel gerilimlere de kendi perspektifinden bakıyor. İran rejiminin içindeki Kürt politikasına yönelik keskin eleştirel bir yaklaşım sergileyen PJAK, aynı zamanda bu bölgesel gerilimlerin, genel olarak Kürt halkının durumunu nasıl etkilediğini de gözden kaçırmıyor. Onlar için bu tür çatışmalar, rejimlerin kendi iç sorunlarını perdelemek veya bölgesel nüfuzlarını artırmak için kullandığı birer araç olabilir, ki bu da Kürt halkının özgürlük mücadelesini dolaylı yollardan olumsuz etkileyebilir.

Kürt hareketinin genel olarak emperyalizmin bölgedeki planları ve özellikle İran ile ilgili tutumlarında aldığı Batı yanlısı rol, eleştirel bir mercekle incelenmelidir. Özellikle Suriye’nin kuzeyindeki oluşumlar, ABD’nin bölgedeki askeri ve siyasi varlığıyla önemli bağlar kurmuştur. Bu durum, bir yandan ABD’nin IŞİD’e karşı mücadelede Kürt güçlerini desteklemesiyle meşrulaştırılırken, diğer yandan Kürt hareketini emperyalist stratejilerin bir piyonu haline getirme riski taşımaktadır. İran’a yönelik Amerikan baskısı arttıkça, bazı Kürt gruplarının bu baskıya dolaylı veya dolaysız destek vermesi, onların kendi ulusal kurtuluş mücadelelerini emperyalist çıkarlarla nasıl örtüştürdüğünün bir göstergesi olabilir.

Dolayısıyla, Kürt hareketinin emperyalist güçlerle (ABD, Avrupa) olan ilişkileri, basit bir müttefiklik ilişkisi olarak değil, taktiksel bir çıkar birliği olarak okunmalıdır. Emperyalist güçler, Kürtlerin bağımsızlık ya da özerklik taleplerini, kendi bölgesel hegemonyalarını pekiştirmek ve rakiplerine (İran, Suriye, hatta Türkiye) karşı bir denge unsuru oluşturmak için kullanma eğilimindedir. Bu ilişkiler, Kürt hareketine kısa vadede askeri ve siyasi destek sağlasa da uzun vadede kendi halklarının geleceklerini belirleme mücadelesini emperyalist projelerin bir parçası haline getirme tehlikesini barındırır. Marksist bir analizle bakıldığında, ezilen bir halkın mücadelesinin, ancak emperyalist güçlerden tam bağımsız bir çizgide ilerlemesi halinde gerçek özgürlüğe ulaşabileceği unutulmamalıdır.

Ortadoğu’da Emperyalist Tahakküm ve Devrimci Çıkış Yolu

Ortadoğu, emperyalist güçlerin ve bölgesel gerici rejimlerin acımasız bir hesaplaşma alanı olmaya devam ediyor. Özellikle İran-İsrail ekseninde tırmanan gerilim, bu coğrafyanın kaderini belirleme mücadelesinin ne denli karmaşık ve çelişkilerle dolu olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu çatışmanın potansiyel yıkıcı etkileri tüm bölgeyi tehdit ederken, biz komünistler için temel soru, bu kaotik tablonun içinde devrimci bir çıkış yolunun nasıl inşa edileceğidir.

Emperyalist Agresyona Karşı Devrimci Tutum

Mollalar rejimi ne kadar gerici, baskıcı ve halk düşmanı olursa olsun, ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail’in İran’a yönelik saldırganlığına karşı durmak, komünistlerin ve tüm devrimcilerin ahlaki ve stratejik sorumluluğudur. Bu saldırganlık, sadece İran halkını değil, tüm bölge halklarını hedef almakta, emperyalist tahakkümü pekiştirme ve kendi çıkarları doğrultusunda sınırları ve rejimleri yeniden şekillendirme amacı gütmektedir.

Unutulmamalıdır ki, ABD’nin İran’a yönelik ekonomik yaptırımları, askeri tehditleri ve rejim değişikliği çabaları, Çin’in artan etkisini sınırlama ve bölgedeki hegemonyasını sürdürme stratejisinin bir parçasıdır. İsrail’in Filistin’deki işgal ve katliamlarının yanı sıra Lübnan ve Suriye’ye yönelik saldırgan tutumu da bu emperyalist stratejinin ayrılmaz bir parçasıdır.

“Siyonistleri mollalara çarp, yıkılsın hepsi” şeklindeki bir yaklaşım, yüzeysel ve devrimci olmayan bir tutumdur. Zira yıkılsınlar demekle yıkılmıyorlar! Tam aksine, emperyalist müdahaleler, mevcut gerici rejimleri devirmekten ziyade, halkların gerçek kurtuluş mücadelesini daha da zorlaştırmakta, demokrasi ve özgürlük yanılsamalarıyla geniş halk kitlelerini uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda manipüle etmektedir.

Sınıf Mücadelesi ve Enternasyonalist Dayanışma

Biz komünistler, emperyalizme, emperyalist savaşlara, ilhak girişimlerine ve ülkelere dışarıdan müdahale edilmesine karşıyız. Aynı zamanda kamusal ve siyasal alanın dinsel kurallara dayandırılmasına, yani gerici rejimlere ve teokrasiye de karşıyız. Temel amacımız, sömürüsüz, sınıfsız bir toplumsal düzenin, yani komünizmin inşasıdır.

Bu değerler bütünlüğü içinde, İsrail ile İran arasındaki gerilimde neden İsrail’in karşısında durduğumuz açıktır: Devrimci mücadelenin çıkarları, öncelikli olarak emperyalist agresyonun püskürtülmesini gerektirir. Başat emperyalist ülke ABD’nin ve onun bölgedeki maşası İsrail’in saldırganlığının başarısızlığa uğratılması, tek tek ülkelerdeki devrimci mücadeleler için hayati önem taşımaktadır.

Bugün İran’da komünist tutum, ABD ve İsrail saldırganlığı karşısında daha direngen bir İran yaratmak için çalışmaktır. Bu, mollalar rejimine destek vermek anlamına gelmez. Ancak “hazır İsrail mollaları hırpalıyorken, biz de fırsattan istifade edelim” politikası, ya vatan hainliğiyle ya da işgalcilerin veya işbirlikçi bir hükümetin çanak yalayıcılığı ile sonuçlanır. Emperyalist saldırganlığın sonuç verdiği, başarıya ulaştığı bir coğrafyada “devrim” olmaz; tersine devrim, ancak o saldırganlığı başarısızlığa uğratma misyonuyla hareket edildiğinde gerçeklik kazanabilir.

Halkların Kurtuluşu ve Eşitlikçi Ortadoğu

Halkların kaderi ne emperyalistlerin ne de bölgesel gerici rejimlerin elindedir. Gerçek kurtuluş, Filistin’den Suriye’ye, Irak’tan İran’a kadar tüm Ortadoğu halklarının, kendi geleceklerini belirleme iradesini kuşanmasıyla mümkündür. Bu, emperyalist tahakküme karşı tam bağımsızlık ve bölgesel gericiliğe karşı tavizsiz bir mücadeleyi gerektirir.

Devrimci perspektifle bakıldığında, halkların gerçek kurtuluşu, ancak sömürünün ve baskının olmadığı, eşitlikçi ve özgür bir Ortadoğu’nun inşasıyla gerçekleşecektir. Bu mücadele, uluslararası işçi sınıfının birleşik gücüyle zafere ulaşacaktır.

Bunlar da var

Türkiye’nin Anti-Emperyalist Geleneğinin Kökenleri ve Evrimi

Teori, Strateji, Politika

Nükleer Eşikteki İran: Emperyalizmin Pençesinde Bir Direniş

Tags: dış politika, iran, israil, ortadoğu, siyaset, türkiye

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşivler

  • Haziran 2025

Calendar

Haziran 2025
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  
     

Kategoriler

  • Felsefe
  • Siyaset

1880-124-1024

Copyright izlek 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress