Skip to content
  • Hakkımda
  • Blog
  • Şiirler
  • Öyküler
  • İletişim

Copyright izlek 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress

izlek
  • Hakkımda
  • Blog
  • Şiirler
  • Öyküler
  • İletişim
Felsefe . Siyaset Article

Dijital Çağ, Sosyal Medya ve Kapitalist Yabancılaşma

On 29.06.2025Sisyphos
Teknoloji, insanlık tarihi boyunca bir ikilem sunmuştur: bir yandan sınırsız potansiyel barındırır – bilgiye erişimi kolaylaştırır, iletişimi küreselleştirir, yaratıcılığı teşvik eder ve bireyleri bir araya getirme gücüne sahiptir. Ancak diğer yandan, içinde var olduğu toplumsal-ekonomik sistemin karakteristiğini taşır ve onun ideolojik aygıtlarına dönüşebilir. Özellikle kapitalist üretim ilişkileri altında, teknoloji çoğu zaman bir sömürü aracına evrilir, bireyi özgürleştirmek yerine yeni yabancılaşma biçimleri üretir. Dijital çağın en belirgin tezahürlerinden olan sosyal medya platformları, bu dönüşümün çarpıcı bir örneğidir.

Teknoloji, insanlık tarihi boyunca bir ikilem sunmuştur: bir yandan sınırsız potansiyel barındırır – bilgiye erişimi kolaylaştırır, iletişimi küreselleştirir, yaratıcılığı teşvik eder ve bireyleri bir araya getirme gücüne sahiptir. Ancak diğer yandan, içinde var olduğu toplumsal-ekonomik sistemin karakteristiğini taşır ve onun ideolojik aygıtlarına dönüşebilir. Özellikle kapitalist üretim ilişkileri altında, teknoloji çoğu zaman bir sömürü aracına evrilir, bireyi özgürleştirmek yerine yeni yabancılaşma biçimleri üretir. Dijital çağın en belirgin tezahürlerinden olan sosyal medya platformları, bu dönüşümün çarpıcı bir örneğidir.

Teknoloji, insanlık tarihi boyunca bir ikilem sunmuştur: bir yandan sınırsız potansiyel barındırır – bilgiye erişimi kolaylaştırır, iletişimi küreselleştirir, yaratıcılığı teşvik eder ve bireyleri bir araya getirme gücüne sahiptir. Ancak diğer yandan, içinde var olduğu toplumsal-ekonomik sistemin karakteristiğini taşır ve onun ideolojik aygıtlarına dönüşebilir. Özellikle kapitalist üretim ilişkileri altında, teknoloji çoğu zaman bir sömürü aracına evrilir, bireyi özgürleştirmek yerine yeni yabancılaşma biçimleri üretir. Dijital çağın en belirgin tezahürlerinden olan sosyal medya platformları, bu dönüşümün çarpıcı bir örneğidir.

Başlangıçta insanları birbirine bağlama vaadiyle ortaya çıkan bu platformlar, kısa sürede gerçek toplumsal bağların yerini “beğeni” ve “takipçi” sayılarıyla ölçülen, yüzeysel ve sahte bir toplumsallığa bırakmıştır. Marx’ın deyişiyle “katı olan her şey buharlaşıyor,” dijitalleşen dünyada ise gerçeklik, gösteriye dönüşerek buharlaşmaktadır. Birey, bu platformlarda sürekli bir “performans” sergilemek, kendi hayatını bir “marka” gibi sunmak zorunda hisseder. Başkalarının beğenisi ve onayı peşinde koşarken, kendi otantik benliğinden uzaklaşır, kendini bir meta haline getirir.

Bu durum, Marksist felsefenin temel taşlarından biri olan yabancılaşma kavramının modern bir tezahürüdür. İnsanın kendi doğasına, emeğine, üretimine ve nihayetinde diğer insanlara yabancılaşmasının dijital çağdaki yansımalarını açıkça görmekteyiz. Sanal kimlikleriyle gerçek kimlikleri arasında giderek büyüyen bir uçurum yaşayan bireyler, sistemin talep ettiği “beğenilebilir imajı” üretmeye odaklanırken, kendi özüne yabancılaşır. Bu makale, dijital çağda sosyal medyanın, Marksist yabancılaşma kavramı bağlamında bireyin kendine, doğasına ve diğer insanlara yabancılaşmasını nasıl derinleştirdiğini; “sahte toplumsallık” ve “kendine yabancılaşma” ekseninde bilimsel çalışmalar, somut yaşanmış örnekler ve felsefi-ideolojik yaklaşımlar kullanarak analiz etmeyi hedeflemektedir. Nihayetinde, bu yabancılaşma mekanizmalarına karşı diyalektik çıkış yollarını ve devrimci bir perspektifi tartışarak, teknolojinin kapitalist tahakkümden kurtarılarak insanlığın hizmetine sunulması yolunda bir çerçeve sunacaktır.

“Beğeni Ekonomisi” ve İnsan İlişkilerinin Metalaşması

Dijital çağın şafağıyla birlikte, insan ilişkileri temel bir metamorfoz geçirdi. Sosyal medya platformları, toplumsal bağları güçlendirme potansiyeli taşısa da kapitalist sistemin elinde bu potansiyel, “beğeni ekonomisi” adı verilen yeni bir metalaşma biçimine dönüştü. Gerçek etkileşimlerin yerini, niceliksel ölçütler olan “like,” “yorum” ve “takipçi” sayıları aldı. Bu durum, insanın insana yabancılaşmasını dijital düzlemde yeniden üreten bir sahte toplumsallık yarattı.

Küresel literatürde, sosyal medya kullanımının psikolojik iyi oluş üzerindeki olumsuz etkilerine dair artan sayıda bilimsel çalışma bulunuyor. Örneğin, Sherry Turkle'ın "Alone Together: Why We Expect More from Technology and Less from Each Other" (Yalnız Birlikte: Neden Teknolojiden Daha Çok, Birbirimizden Daha Az Bekliyoruz?) adlı eseri, insanların dijital bağlar uğruna yüz yüze etkileşimlerden nasıl feragat ettiğini ve bunun sonucunda artan bir yalnızlık duygusu yaşadığını detaylandırır. Turkle, sürekli çevrimiçi olmanın, aslında derinlemesine ilişkiler kurmaktan ziyade, "bağlantıda olma" yanılsaması yarattığını öne sürer. Benzer şekilde, Jean M. Twenge'in özellikle genç nesiller üzerindeki araştırmaları, akıllı telefon ve sosyal medya kullanımındaki artışla birlikte depresyon, anksiyete ve intihar oranlarında gözle görülür bir yükseliş olduğunu ortaya koyar. Bu çalışmalar, sanal dünyanın sunduğu "toplumsallık" hissinin aslında yüzeysel ve kırılgan olduğunu, bireylerin gerçek anlamda aidiyet hissetmek yerine sürekli bir onay arayışı içinde olduklarını gösteriyor.

Yalnızlık, Anksiyete ve Sosyal Medya Paradoksu

Küresel literatürde, sosyal medya kullanımının psikolojik iyi oluş üzerindeki olumsuz etkilerine dair artan sayıda bilimsel çalışma bulunuyor. Örneğin, Sherry Turkle‘ın “Alone Together: Why We Expect More from Technology and Less from Each Other” (Yalnız Birlikte: Neden Teknolojiden Daha Çok, Birbirimizden Daha Az Bekliyoruz?) adlı eseri, insanların dijital bağlar uğruna yüz yüze etkileşimlerden nasıl feragat ettiğini ve bunun sonucunda artan bir yalnızlık duygusu yaşadığını detaylandırır. Turkle, sürekli çevrimiçi olmanın, aslında derinlemesine ilişkiler kurmaktan ziyade, “bağlantıda olma” yanılsaması yarattığını öne sürer. Benzer şekilde, Jean M. Twenge‘in özellikle genç nesiller üzerindeki araştırmaları, akıllı telefon ve sosyal medya kullanımındaki artışla birlikte depresyon, anksiyete ve intihar oranlarında gözle görülür bir yükseliş olduğunu ortaya koyar. Bu çalışmalar, sanal dünyanın sunduğu “toplumsallık” hissinin aslında yüzeysel ve kırılgan olduğunu, bireylerin gerçek anlamda aidiyet hissetmek yerine sürekli bir onay arayışı içinde olduklarını gösteriyor.

Türkiye’de de benzer eğilimleri gösteren araştırmalar mevcut. Özellikle üniversite öğrencileri üzerine yapılan akademik tezler ve kamuoyu yoklamaları, gençlerin sosyal medyayı birincil iletişim aracı olarak benimsediğini ancak bu durumun yüzeysel arkadaşlıklar, kıyaslama kültürü ve siber zorbalık gibi sorunlara yol açtığını gösteriyor. “Fenomen” kültürü, yani sosyal medyada geniş takipçi kitlesine sahip kişilerin yaşam tarzlarının taklit edilmesi, gerçek hayattaki statü ve başarı algısını çarpıtarak, bireyler arasında sağlıksız bir rekabet ortamı yaratıyor.

“Influencer” Kültürü ve “FOMO”

Sosyal medyada gözlemlediğimiz “influencer” (etkileyici) kültürü, sahte toplumsallığın en belirgin tezahürlerinden biridir. Bu kişiler, genellikle lüks bir yaşam tarzı, kusursuz bir görünüm veya sürekli eğlence dolu anlar sergileyerek takipçilerine bir “ideal” sunar. Ancak bu sergilenen yaşam, büyük ölçüde kurgusal ve ticari kaygılarla oluşturulmuş bir “gösteri”dir. Takipçiler, bu gösteriye öykünerek, kendi gerçek yaşamlarını yetersiz bulma eğilimi içine girerler. Bu durum, bireyin kendi özgün deneyimlerinden uzaklaşmasına ve başkalarının kurgusal yaşamlarını kendi gerçekliği sanmasına neden olur.

Bir diğer somut örnek ise “FOMO” (Fear of Missing Out – Bir Şeyleri Kaçırma Korkusu) olarak bilinen yaygın kaygıdır. Sosyal medyada arkadaşlarının veya tanıdıklarının katıldığı etkinlikleri, deneyimlerini veya elde ettikleri başarıları gören bireyler, kendilerinin bu anların dışında kaldığına dair yoğun bir endişe yaşarlar. Bu kaygı, bireyin kendi anından ve kendi deneyimlerinden zevk almasını engeller, sürekli olarak başkalarının hayatlarıyla kendi hayatını karşılaştırmasına yol açar. Bu durum, insanın insana yabancılaşmasını dijital alanda yeniden üretir; diğer insanlar birer ilham kaynağı olmaktan çok, sürekli bir kıyaslama ve rekabet nesnesi haline gelir. Hatta “hashtag aktivizmi” gibi eylemler de gerçek bir toplumsal değişimi tetiklemekten ziyade, bireyin kendini “iyi bir şey yapmış” gibi hissetmesini sağlayan yüzeysel bir katılıma dönüşebilir; gerçek sokak mücadelesinin ve kolektif eylemin yerini alarak, politik enerjiyi dijital alana hapsedebilir.

Debord’un Gösteri Toplumu ve Meta Fetişizmi

Sosyal medyanın yarattığı bu sahte toplumsallık, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” kavramıyla mükemmel bir örtüşme içindedir. Debord’a göre, modern kapitalist toplumda yaşamın kendisi bir “gösteriye” dönüşmüştür; gerçek deneyimler, yerini imajların ve temsillerin tüketimine bırakmıştır. Sosyal medya platformları, bu gösterinin en güncel ve kapsamlı sahnesi olarak işlev görür. Bireyler, Debord’un tanımıyla, “pasif seyircilere” dönüşürken, kendi hayatlarını da birer gösteri nesnesi olarak sunma zorunluluğu hissederler. Bu sürekli gösteri hali, bireylerin kendi gerçek benliklerinden kopmasına ve bir “kimlik krizine” sürüklenmesine yol açar.

Marks’ın meta fetişizmi kavramı da bu bağlamda açıklayıcıdır. Marks, kapitalist sistemde metanın, üretim sürecindeki insan emeği ilişkilerini gizleyerek sanki kendi başına bir değere sahipmiş gibi algılanmasını eleştirir. Sosyal medya bağlamında ise “like” ve “takipçi” sayıları, birer metaya dönüşerek fetişleştirilir. Bu sayılar, bireyin değeri, popülaritesi ve hatta “başarısı” gibi soyut kavramların ölçütü haline gelir. Bireyin gerçek kişisel özellikleri, düşünceleri veya yetenekleri yerine, bu sanal “metalar” değer kazanır. İnsan emeğiyle üretilen her şeyin piyasada bir fiyatı olması gibi, sosyal medyada da bireyin dikkatini, etkileşimini ve zamanını birer metaya çeviren algoritmalar sayesinde, bireyin varoluşu dahi bir “dijital emeğe” dönüşür ve bu emek kapitalist platformlar tarafından sömürülür. Bu durum, bireyin kendi özgünlüğünün ve toplumsal ilişkilerinin bu sanal “meta” karşısında değersizleşmesine yol açar, böylece yabancılaşma döngüsü daha da pekişir.

Dijital Kimlik ve Otantik Benliğin Çatışması

Sosyal medyanın inşa ettiği sahte toplumsallık, doğrudan bireyin kendi benliğiyle olan ilişkisini derinden etkiler. Kapitalist sistemin sürekli bir “performans” ve “imaj” dayatmasıyla, birey sanal platformlarda kendisinin idealize edilmiş bir versiyonunu sunmaya zorlanır. Bu durum, bireyin otantik benliğinden uzaklaşarak, sanal kimliğiyle gerçek kimliği arasında giderek büyüyen bir yabancılaşma yaşamasına neden olur.

Sanal Benlik Sunumu ve Psikolojik Maliyetleri

Akademik araştırmalar, sosyal medya platformlarında gerçekleştirilen kimlik inşası süreçlerinin karmaşık etkilerini gözler önüne seriyor. Siber psikoloji alanında yapılan çalışmalar, bireylerin çevrimiçi ortamlarda nasıl bir “dijital kimlik” oluşturduklarını ve bu kimliğin psikolojik iyi oluşları üzerindeki yansımalarını inceler. Özellikle benlik sunumu (self-presentation) üzerine yoğunlaşan araştırmalar, bireylerin sosyal medyada kendilerini “en iyi” şekilde gösterme çabasının, zamanla benlik saygısı ve özgünlük algısı üzerinde olumsuz etkiler yaratabildiğini gösteriyor. Sürekli olarak başkalarının onayını ve beğenisini aramak, bireyin kendi içsel değer sistemini dışarıya bağımlı hale getirir. Bu durum, sanal ve gerçek kimlik arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan kimlik bunalımı ve anksiyete gibi sorunları tetikleyebilir. Birey, sanal dünyadaki “başarılı” ve “popüler” imajıyla, gerçek hayattaki “yetersiz” ve “yalnız” hisleri arasında sıkışıp kalabilir.

“Hikaye”leştirilmiş Hayatlar ve Filtreli Gerçeklikler

Sosyal medyanın dayattığı “performans kültürü”, bireyin günlük yaşamının dahi bir “hikaye”ye dönüştürülmesini teşvik eder. Kahvaltı tabağından tatile, iş anlarından özel anlara kadar her şey, takipçilerle paylaşılmak üzere özenle hazırlanmış, “beğenilebilir” birer kareye veya videoya dönüştürülür. Bu sürekli “gösteri” hali, bireyin gerçek duygularını ve spontane deneyimlerini bastırarak, onların yerine kamera önünde sergilenecek bir “rol” oynamasına neden olur.

Bu performansın bir uzantısı olarak filtreler ve dijital estetik uygulamaları öne çıkar. Yüzü pürüzsüzleştiren, rengi değiştiren, bedeni incelten filtreler, bireylerin kendi fiziksel görünümleriyle barışık olmalarını engeller. Gerçek dışı güzellik standartlarına ulaşma çabasıyla filtrelerin yoğun kullanımı, beden imgesi üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratır, dissosiyasyon (kopukluk) hissini pekiştirir ve bireyi kendi doğal bedenine yabancılaştırır.

Dahası, günümüzde birçok birey, kendi hayatını adeta bir “marka” gibi pazarlamaya zorlanır. Hobiler, ilgi alanları, hatta kişisel ilişkiler dahi potansiyel birer “satılabilir” içeriğe dönüşür. Bu “kişisel markalaşma” süreci, bireyin otantikliğini ve özgünlüğünü törpüler. Her şeyin bir değer kazanma ve görünür olma aracı haline geldiği bu düzende, birey kendi varoluşunu sürekli bir “ürün pazarlama stratejisi” olarak görmeye başlar, bu da derin bir kendine yabancılaşmaya yol açar.

Marcuse’un Tek Boyutlu İnsanı ve Goffman’ın Benliğin Sunumu

Sosyal medyanın yarattığı bu kendine yabancılaşma durumu, Herbert Marcuse’un “Tek Boyutlu İnsan” kavramıyla yakından ilişkilidir. Marcuse, gelişmiş sanayi toplumlarında, sistemin bireylerin ihtiyaçlarını manipüle ederek onları tek boyutlu bir düşünce ve davranış kalıbına hapsettiğini savunur. Sosyal medya platformları, bireyi eleştirel düşünme yeteneğini kaybetmeye ve sistemin dayattığı tüketimci, “mutlu” ve “başarılı” imajlara uyum sağlamaya teşvik ederek bu tek boyutluluğu pekiştirir. Birey, sistemin sunduğu yanılsamalar içinde hapsolur, gerçek ihtiyaçlarından ve özgürleşme potansiyelinden uzaklaşır.

Erving Goffman’ın dramaturjik yaklaşımı da sosyal medya sahnesinde yeni bir yorum kazanır. Goffman, bireylerin sosyal etkileşimlerde birer oyuncu gibi davrandıklarını, belirli “roller” üstlendiklerini ve kendilerini başkalarına belirli bir biçimde sunduklarını öne sürer. Sosyal medya, bireyler için adeta devasa bir “sahne” işlevi görür. Bu sahnede birey, sürekli bir “rol yapma” ve “izleyicilerin” beğenisini kazanma çabası içindedir. Gerçek benliğiyle sanal benliği arasındaki bu sürekli ayrım ve performans zorunluluğu, bireyin kendi özüne olan temasını zayıflatır ve kimlik parçalanmasına yol açar. Birey, “gerçek” benliğini perde arkasına çekerken, “gösteri” benliğiyle yaşamaya zorlanır, bu da derin bir kendine yabancılaşma deneyimine dönüşür.

Kapitalist Sömürü Mekanizması Olarak Sosyal Medya

Sosyal medya platformlarının yüzeysel toplumsallığı ve bireysel yabancılaşma üzerindeki etkileri, asla tesadüfi değildir; aksine, bunlar kapitalist üretim ilişkilerinin dijital çağdaki yeni sömürü mekanizmalarının doğal bir sonucudur. Bu platformlar, kullanıcıların dikkatini, verilerini ve etkileşimlerini birer metaya dönüştürerek, yeni birikim ve kontrol biçimleri yaratmıştır. Görünüşte “ücretsiz” sunulan bu hizmetler, aslında çok daha büyük bir bedeli, yani kullanıcıların dijital emeklerini ve özerkliklerini talep etmektedir.

Sosyal medya platformlarının yüzeysel toplumsallığı ve bireysel yabancılaşma üzerindeki etkileri, asla tesadüfi değildir; aksine, bunlar kapitalist üretim ilişkilerinin dijital çağdaki yeni sömürü mekanizmalarının doğal bir sonucudur. Bu platformlar, kullanıcıların dikkatini, verilerini ve etkileşimlerini birer metaya dönüştürerek, yeni birikim ve kontrol biçimleri yaratmıştır. Görünüşte "ücretsiz" sunulan bu hizmetler, aslında çok daha büyük bir bedeli, yani kullanıcıların dijital emeklerini ve özerkliklerini talep etmektedir.

Denetim Kapitalizmi ve Algoritma Köleliği

Sosyal medyanın kapitalist işleyişini en iyi açıklayan kavramlardan biri, Shoshana Zuboff’un “Denetim Kapitalizmi” (Surveillance Capitalism) teorisidir. Zuboff, internet şirketlerinin, özellikle Google ve Facebook’un, kullanıcıların çevrimiçi davranışlarından elde ettikleri “davranışsal verileri” toplayıp işleyerek, gelecekteki davranışları tahmin eden ve bu tahminleri piyasalarda satan devasa bir ekonomik model inşa ettiğini ileri sürer. Bu süreçte, bireylerin mahremiyeti ve özerkliği ihlal edilirken, verileri “hammadde” olarak kullanılarak dijital bir sömürü alanı yaratılır. Kullanıcılar, farkında olmadan, sürekli izlenen ve davranışları metalaştırılan “dijital işçiler” haline gelirler.

Bu sömürü mekanizmasında algoritmaların rolü kritik öneme sahiptir. Sosyal medya algoritmaları, kullanıcıların dikkatini maksimum düzeyde platformda tutmak, bağımlılık yaratmak ve tüketim alışkanlıklarını yönlendirmek üzere tasarlanmıştır. Harvard Business School profesörlerinden Gerald C. Kane ve ekibinin dijital dönüşüm üzerine yaptığı araştırmalar, şirketlerin algoritmalar aracılığıyla kullanıcı davranışlarını nasıl manipüle ettiğini ve bu manipülasyonun yeni bir “dijital sınıflandırma” yarattığını göstermektedir. Kullanıcılara gösterilen içeriklerin, reklamların ve hatta haber akışının algoritmalar tarafından kişiselleştirilmesi, bireylerin kendi düşünce yapılarını şekillendirme ve gerçek bilgiye erişme özgürlüğünü kısıtlar; onları bir “algoritma köleliğine” sürükler.

Hedeflenmiş Reklamcılık ve İçerik Üreticilerinin “Bedelsiz” Emeği

Sosyal medyanın kapitalist sömürü mekanizmasını somutlaştıran en açık örneklerden biri, hedeflenmiş reklamcılıktır. Platformlar, topladıkları kişisel veriler sayesinde kullanıcıların ilgi alanlarını, alışkanlıklarını, hatta ruh hallerini dahi analiz ederek onlara özel reklamlar sunar. Bu durum, bireyin birer tüketiciye indirgenmesine ve tüketim toplumu çarkının daha hızlı dönmesine katkıda bulunur. Kullanıcılar, “ücretsiz” hizmet aldıklarını düşünürken, aslında kendi verileriyle kapitalist pazarın işleyişine doğrudan katkıda bulunurlar.

“Ücretsiz” hizmetlerin ardındaki gerçek bedel, aynı zamanda kullanıcıların emeğinde gizlidir. Sosyal medya platformları, kullanıcılar tarafından üretilen içerikler, yorumlar, beğeniler ve paylaşımlar sayesinde varlığını sürdürür. Bu içerikler, platformlar için değerli birer varlık teşkil ederken, içerik üreticileri ve sıradan kullanıcılar bu emeğin karşılığını maddi olarak almazlar. Özellikle içerik üreticileri ve fenomenler, görünüşte kendi iradeleriyle “gönüllü” olarak ürettikleri içeriklerle platformlara muazzam bir “bedelsiz” emek sağlarlar. Bu emek, platformların reklam gelirlerini artırır, veri havuzlarını zenginleştirir ve kullanıcı tabanını genişletir; ancak bu emeği üretenlerin büyük bir çoğunluğu, bu değerden gerçek anlamda pay alamaz. Bu, Marksist anlamda artı değerin dijital alanda yeniden üretilmesi ve bu değerin platform sahipleri tarafından sömürülmesi anlamına gelir.

Marksist Değer Kuramı ve Frankfurt Okulu’nun Güncel Eleştirisi

Sosyal medyanın kapitalist işleyişi, Marksist değer kuramının dijital çağdaki uygulamasını gözler önüne serer. Marx’a göre, bir metanın değeri, üretiminde harcanan toplumsal olarak gerekli emek zamanıyla belirlenir. Sosyal medya platformları bağlamında, kullanıcıların dikkatini, zamanını, etkileşimini ve ürettiği veriyi birer “dijital emeğe” dönüştürerek bir değer yaratırlar. Bu dijital emek, kapitalist platform sahipleri tarafından sahiplenilir ve reklam gelirleri, veri satışları ve piyasa değeri artışları aracılığıyla kâr ve sermaye birikimine dönüştürülür. Bu süreçte, emeğin metalaşması ve yabancılaşması dijital alanda yeni boyutlar kazanır. Birey, kendi yarattığı değerden kopuk, emeğinin sonuçlarına yabancılaşmış bir “dijital proleter” haline gelir.

Frankfurt Okulu’nun teknolojiye yönelik eleştirileri, sosyal medyanın kapitalist sömürü mekanizmalarını anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Özellikle **Adorno ve Horkheimer’ın “Aydınlanmanın Diyalektiği”**nde bahsettiği “kültür endüstrisi” kavramı, sosyal medya platformlarının nasıl birer kitlesel denetim ve manipülasyon aracı haline geldiğini açıklar. Bu platformlar, kullanıcıların “eğlence” ve “bağlantı” arayışlarını sömürerek, onları pasif tüketicilere dönüştürür ve sistemin ideolojisini içselleştirmelerini sağlar. Teknoloji, özgürleşme aracı olmaktan çıkıp, rasyonel bir denetim ve tahakküm aracına dönüşür; bireylerin yaşamlarını ve düşüncelerini tek tipleştirir, böylece eleştirel düşünce ve muhalefet potansiyelini ortadan kaldırmaya çalışır. Bu bağlamda, sosyal medya platformları, bireyi sisteme entegre eden ve mevcut güç ilişkilerini pekiştiren güçlü birer ideolojik aygıt olarak işlev görür.

Çıkış Yolları ve Perspektif

Önceki bölümlerde, dijital çağda sosyal medyanın kapitalist sömürü mekanizması olarak nasıl işlediğini, sahte toplumsallık ve kendine yabancılaşmayı nasıl derinleştirdiğini diyalektik ve tarihsel materyalist bir perspektifle inceledik. Ancak Marksist analiz, sadece mevcut sorunları saptamakla yetinmez; aynı zamanda, Marks, Engels ve Lenin’in temel amacı olan “dünyayı değiştirme” arzusunu da içinde barındırır. Bu nedenle, bu yabancılaşma ve sömürü mekanizmalarına karşı ne tür mücadelelerin geliştirilebileceği, teknolojinin insanlığın hizmetine nasıl sunulabileceği üzerine yoğunlaşmak elzemdir.

Bireysel Direniş ve Sınırlılıkları

Dijital çağın dayattığı yabancılaşmaya karşı bireysel direniş biçimleri mevcuttur. Bilinçli sosyal medya kullanımı, dijital detoks uygulamaları, belirli platformlardan uzak durma veya alternatif, daha etik platform arayışları bu direnişin parçalarıdır. Bireyler, sanal kimliklerini daha otantik hale getirmeye çalışarak, algoritmaların manipülasyonuna direnmeye çalışabilirler. Ancak, bu tür bireysel eylemlerin sınırlılıkları açıktır. Kapitalist sistemin yapısal gücü karşısında, bireysel çözümler genellikle yüzeysel kalır ve sistemin temel işleyişini değiştirme kapasitesine sahip değildir. Bir kişisel “dijital detoks”, ancak kısa vadeli bir rahatlama sağlayabilir; asıl sorun, sömürüyü ve yabancılaşmayı yeniden üreten sistemin kendisidir.

Toplumsal Direniş ve Örgütlenme: Teknolojiyi Özgürleştirmek

Gerçek ve kalıcı bir değişim, ancak toplumsal bir mücadele ve örgütlenme ile mümkündür. Bu mücadele, teknolojiye karşı olmak yerine, teknolojinin kapitalist tahakkümden kurtarılarak, toplumsal fayda ve kolektif özgürleşme doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesini hedefler.

Dijital Haklar Aktivizmi ve Veri Egemenliği: Kullanıcıların veri mahremiyeti, veri sahipliği ve algoritmik şeffaflık konularında dijital haklar aktivizmi hayati öneme sahiptir. Kullanıcı verilerinin şirketler tarafından değil, bizzat kullanıcılar tarafından denetlenmesi ve bu verilerin ticarileşmesinin önlenmesi için siyasi ve hukuki mücadeleler yürütülmelidir. Bu, denetim kapitalizmine karşı doğrudan bir meydan okumadır.

Alternatif, Kâr Amacı Gütmeyen Platformların Geliştirilmesi: Kapitalist platformların tekelini kırmak amacıyla, kâr amacı gütmeyen, açık kaynaklı, topluluk temelli ve kullanıcı odaklı sosyal medya platformlarının geliştirilmesi ve desteklenmesi gereklidir. Bu platformlar, kullanıcı verilerini sömürmek yerine, gerçek iletişimi, iş birliğini ve dayanışmayı teşvik etmeyi amaçlamalıdır. Örneğin, federe ve merkeziyetsiz sosyal ağ modelleri (Mastodon gibi) bu yönde umut vadedebilir.

Eğitim ve Farkındalık Kampanyaları: Toplumun, özellikle gençlerin, sosyal medyanın kapitalist işleyişi, algoritmaların manipülatif gücü ve veri sömürüsü hakkında bilinçlendirilmesi esastır. Eleştirel dijital okuryazarlık, bireylerin kendi dijital deneyimlerini sorgulamalarını ve daha bilinçli seçimler yapmalarını sağlayacaktır. Bu, bireyin kendine yabancılaşmasına karşı kolektif bir zihinsel direniş alanıdır.

Algoritmaların Toplumsal Denetimi ve Demokratikleştirilmesi: Yapay zeka ve algoritmaların, toplumsal denetim altına alınması ve demokratikleştirilmesi için siyasi mücadele verilmelidir. Algoritmaların nasıl çalıştığı, hangi verileri kullandığı ve hangi sonuçları ürettiği konusunda tam şeffaflık sağlanmalı, hatta algoritmaların toplumsal etki değerlendirmeleri yapılarak, ayrımcılık veya manipülasyon potansiyeli taşıyanların yasaklanması gündeme gelmelidir.

Gerçek Toplumsal Bağların Yeniden İnşası ve Offline Örgütlenme: Dijital alanda yaşanan sahte toplumsallığa karşı, gerçek, yüz yüze toplumsal bağların yeniden inşası ve güçlendirilmesi temeldir. Topluluk merkezleri, kültürel ve sanatsal kolektifler, sendikalar ve siyasi örgütler aracılığıyla insanların bir araya gelmesi, ortak sorunlara karşı birlikte mücadele etmesi, dijital yabancılaşmanın panzehiri olabilir. Marx’ın “gerçek topluluğun” önemine yaptığı vurgu, dijital çağda daha da anlam kazanmıştır. Sosyal medya platformları, bu örgütlenme süreçlerinde bir araç olarak kullanılabilir, ancak mücadelenin kendisi dijitalin ötesine geçmelidir.

Bu mücadele, teknolojiyi bir düşman olarak görmek yerine, onu insanlığın özgürleşmesi için bir araç olarak yeniden ele geçirme çabasıdır. Kapitalist sistemin teknolojiyi bir tahakküm ve sömürü aracı olarak kullanmasına karşı, onu kolektif fayda ve gerçek komünikasyonun inşası için devrimci bir potansiyele dönüştürmek mümkündür.

Bunlar da var

Kaybolan Anlam: Yabancılaşma

Türkiye’nin Anti-Emperyalist Geleneğinin Kökenleri ve Evrimi

Teori, Strateji, Politika

Tags: dijital platform, sosyal medta, yabancılaşma

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşivler

  • Haziran 2025

Calendar

Haziran 2025
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  
     

Kategoriler

  • Felsefe
  • Siyaset

1880-124-1024

Copyright izlek 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress