
Giriş: Çağın Ruhu ve Tanıdık Sıkıntı
Cam ekranın soğuk ışığında gece yarılarına uzayan anlamsız bir gezinti… Pazartesi sabahlarının boğucu ağırlığı ve hafta sonuna kurulan hayallerle katlanılan, ruhu beslemeyen bir mesai… Milyonlarca insanla dolu şehirlerde yankılanan o derin yalnızlık hissi… Bize ait olması gereken kararların çok uzağımızda alındığını bilmenin getirdiği o çaresiz kontrol kaybı… Bu sahneler, 21. yüzyıl insanının ruh coğrafyasından tanıdık manzaralardır. Kader değildir, tesadüf de değildir. Bireysel zaaflar ya da kişisel başarısızlıklar olarak etiketlenen bu kolektif sancının, bu modern melankolinin adını 150 yılı aşkın bir süre önce Karl Marx koymuştu: Yabancılaşma.
Marx için yabancılaşma, kişisel bir psikolojik bunalımın ötesinde, kapitalist üretim tarzının rahminde büyüyen, bireyin ruhunu ve toplumsal ilişkileri kemiren yapısal bir kangrendir. İnsanın en temel özelliği olan yaratıcı emeğinin, kendi kontrolünden çıkarak pazarda bir metaya dönüşmesiyle başlayan bu süreç, bir çürüme gibi hayatın her alanına yayılır. İnsan önce ürettiği nesneye, sonra o nesneyi ürettiği eylemin kendisine, ardından en değerli varlığı olan insani potansiyeline ve nihayetinde de bir rakip veya müşteri olarak gördüğü diğer insanlara yabancılaşır.
Bu yazının amacı, o büyük ustanın bize miras bıraktığı bu güçlü anahtarı ele almaktır. Önce, yabancılaşma kavramının ne olduğunu, Marx’ın bununla neyi kastettiğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyacağız. Ardından bu merceği günümüz dünyasına ve özelde Türkiye’nin çelişkilerine tutarak, “gig ekonomisinden” sosyal medya bağımlılığına, siyasal kutuplaşmadan gelecek kaygısına uzanan bir dizi olguyu bu kök nedenle ilişkilendireceğiz. Nihayetinde, bu analizi bir ağıt olarak değil, bir bilinç çağrısı olarak sonlandıracağız. Çünkü diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemin bize öğrettiği gibi, bir sistemi anlamak, onu değiştirmenin ilk ve en vazgeçilmez adımıdır. Dünyayı yalnızca yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirme arzusunu taşıyanlar için yabancılaşmayı anlamak, onu aşacak mücadelenin pusulasını bulmaktır.

Bölüm 1: Kavramsal Zemin – Marx Yabancılaşma ile Neyi Anlatıyordu?
Yabancılaşma, modern insanın hissettiği anlamsızlık ve boşluk hislerinin kişisel birer kusur olmadığını, aksine kapitalist üretim ilişkilerinin nesnel ve yapısal bir sonucu olduğunu ortaya koyan temel bir Marksist kavramdır. Marx, 1844 El Yazmaları’nda bu derin çelişkiyi dört temel boyutta analiz eder. Bu, basit bir “mutsuzluk” değil, insanın özüne, emeğine ve diğer insanlara karşı gelişen bir kopuştur.
1. Ürüne Yabancılaşma: Emeğin Kendi Yaratımına Karşı Dönmesi
Kapitalist üretimde emekçi, kendi emeğiyle bir değer yaratır, bir ürün ortaya koyar. Ancak bu ürün, işçinin mülkiyetinde değildir; burjuvazinin, yani sermaye sahibinin malıdır. İşçinin emeğiyle var ettiği ürün, ona yabancı bir nesne olarak, hatta onun üzerinde egemen bir güç olarak durur. İşçi, emeğinin somutlaşmış hali olan bu ürünü bir metadır, yani satılacak bir nesnedir. Üstelik bu ürün, işçinin kendisini değil, sermayeyi zenginleştirir. Lüks bir otomobilin montaj hattında çalışan bir işçiyi düşünün; o otomobil, onun bin bir zahmetle ortaya koyduğu emeğin bir sonucudur, ancak işçi asla o otomobile sahip olamayacaktır. Dahası, o otomobil piyasada alınıp satılırken, işçinin emeği üzerinden birikmiş sermaye, işçinin kendisini daha da sömürmenin bir aracı haline gelir. Ürün, işçinin elinden çıktığı anda, ona karşı bir düşman, onu daha da köleleştiren bir güç olur.
2. Üretim Eylemine (Emeğe) Yabancılaşma: Yaratıcılığın Bir Yük Olması
İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, bilinçli ve amaçlı bir faaliyet olan emeğiyle doğayı dönüştüren, kendini gerçekleştiren bir varlıktır. Ancak kapitalist sistemde emek, bir yaratıcılık ve özgürleşme aracı olmaktan çıkar, hayatta kalmak için katlanılan, zorunlu ve anlamsız bir faaliyete dönüşür. İşçi, emeğini kendi iradesiyle değil, sermayenin dayattığı kurallar çerçevesinde, belirli bir hızda ve belirli bir şekilde harcar. Çalışma süreci, işçinin ne fiziksel ne de zihinsel olarak kendini ifade edebildiği bir alan olmaktan uzaktır; aksine, enerjisini tüketen, ruhunu çeken bir angaryadır. Sabahın erken saatlerinde istemeye istemeye kalkıp, tüm gün boyunca sevmediği, anlam bulamadığı bir işi yapmak zorunda kalan milyonlarca insan, emeğe yabancılaşmanın en somut örnekleridir. Bu durumda emek, bir yaşam biçimi değil, sadece yaşama aracı, bir yük haline gelir.
3. İnsanın Kendi Doğasına (Gattungswesen / Türsel Özüne) Yabancılaşması: İnsani Potansiyelin Köreltilmesi
Marx’a göre insanı diğer canlılardan ayıran temel özellik, onun türsel özüdür (Gattungswesen). Bu, insanın bilinçli, amaçlı, yaratıcı bir varlık olması, doğayı kendi ihtiyaçları ve estetik duyarlılıklarıyla dönüştürme potansiyeline sahip olması demektir. Kapitalist üretim ilişkileri, bu türsel özü budar, onu hayvani bir içgüdüye indirger: sadece hayatta kalma mücadelesine. İnsan, yaratıcı potansiyelini serbestçe kullanmak yerine, sadece karnını doyurmak, barınmak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda kalır. Bu durum, insanın kendini gerçekleştirme arzusunu, sanatsal yeteneklerini, entelektüel merakını ve toplumsal bağlarını geliştirmesini engeller. Kendini ifade edemeyen, yeteneklerini körelten ve sadece bir “işgücü” olarak görülen insan, kendi doğasına, yani insan olma haline yabancılaşır.
4. İnsanın İnsana Yabancılaşması: Toplumsal Bağların Çözülmesi ve Rekabetin Egemenliği
Kapitalist üretim ilişkileri, bireyler arasında rekabeti temel prensip olarak benimser. İşçiler arasında daha fazla üretme, daha az ücretle çalışma ya da işini kaybetmeme adına oluşan rekabet, dayanışmayı ve ortak çıkar bilincini ortadan kaldırır. İnsanlar, birbirlerini yoldaş, dost ya da sınıfdaş olarak görmek yerine, birer rakip, birer araç ya da sadece birer müşteri olarak algılar. Herkes kendi bireysel çıkarının peşinde koşarken, toplumsal bağlar çözülür, ortak değerler aşınır. Kapitalist sistemin “bireycilik” propagandası, aslında bu yabancılaşmanın bir tezahürüdür; insanları atomize ederek, örgütlenmelerini ve sınıf bilinci geliştirmelerini engellemeyi hedefler. Bu durum, nihayetinde, bireyin diğer insanlarla kurduğu ilişkileri de mekanik ve çıkar odaklı hale getirir, gerçek insanlık hallerini ve dayanışmayı ortadan kaldırır.
Bölüm 2: Yabancılaşmanın Güncel Suretleri – Küresel Pratikler
Marx’ın 19. yüzyıl analizleri, günümüz dünyasının karmaşık yapıları içinde de yankı bulmaya devam ediyor. Kapitalizm, evrimleşse de özünde sömürü ilişkilerini sürdürdüğü için, yabancılaşma da farklı biçimlerde kendini yeniden üretiyor. Günümüz evrensel pratikleri, bu kavramsal çerçevenin ne denli açıklayıcı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
“Gig Ekonomisi” ve Prekarya: Güvencesizliğin Dayatılması
“Gig ekonomisi” adı altında parlatılan, “esneklik” ve “girişimcilik” masallarıyla süslenen yeni çalışma biçimleri, aslında yabancılaşmayı derinleştiren en güncel pratiklerden biridir. Kuryeler, serbest çalışan yazılımcılar, içerik üreticileri ve daha niceleri, şirketlerin bordrolu çalışanı olmamaları nedeniyle kıdem tazminatı, sigorta, sendikal haklar gibi en temel güvencelerden yoksun bırakılırlar. Onlar “bağımsız yükleniciler”dir; yani birer patron gibi “kendi işlerinin patronu” olmaları beklenir, oysa gerçekte kendi işgüçlerini parça parça, en düşük bedellerle satmak zorunda kalan prekarya sınıfının neferleridir.
Bu modelde, işçi üretim aracına (kendi emeğine ve zamanına) ve ürettiği ürüne (hizmete) tamamen yabancılaşır. Çalışma eylemi, bir uygulama tarafından belirlenen algoritmalarla kontrol edilen, yaratıcılıktan uzak ve tam anlamıyla bir “angarya”ya dönüşür. İşçi, hangi saatte ne kadar çalışacağını kendi belirlese bile, aslında sistemin dayattığı kısıtlamalar ve rekabet baskısı altında ezilir. Dahası, diğer “bağımsız yükleniciler” potansiyel rakip olarak görülür; bu da insanın insana yabancılaşmasını körükler. Ortak bir düşman yerine, bireysel hayatta kalma mücadelesi egemen olur ve işçilerin örgütlenme potansiyeli baltalanır.
Dijital Çağ ve Sosyal Medya: Sahte Toplumsallık ve Kendine Yabancılaşma
Teknoloji, potansiyel olarak insanları bir araya getirme, bilgiye erişimi kolaylaştırma ve yaratıcılığı teşvik etme gücüne sahipken, kapitalist sömürü mekanizmalarının elinde yeni bir yabancılaşma aracına dönüşmüştür. Sosyal medya platformları, gerçek toplumsal bağların yerini “like” ve “takipçi” sayılarıyla ölçülen sahte bir toplumsallığa bırakmıştır. Birey, bu platformlarda sürekli bir “performans” sergilemek, kendi hayatını bir “marka” gibi sunmak zorunda hisseder. Başkalarının beğenisi ve onayı peşinde koşarken, kendi otantik benliğinden uzaklaşır, kendini bir meta haline getirir.
Bu durum, insanın kendi doğasına yabancılaşmasının modern bir tezahürüdür. Gerçek düşünceleri, duyguları ve deneyimleri yerine, sistemin talep ettiği, beğenilecek “imajı” üretmeye odaklanır. Bu süreçte birey, sanal kimliğiyle gerçek kimliği arasında bir ayrım yaşar, kendi özüne yabancılaşır. Sürekli bir karşılaştırma ve rekabet ortamı, diğer insanlara karşı hem hayranlık hem de kıskançlık gibi çelişik duyguları tetikler; bu da insanın insana yabancılaşmasını dijital alanda yeniden üretir.
Tüketim Toplumu ve Anlam Arayışı: Ürün Fetişizmi ve Boşluk
Yaratıcı emeğinden ve gerçek toplumsal bağlarından kopan modern insan, bu derin boşluğu tüketimle doldurma çabasına girer. Kapitalist sistem, sürekli olarak yeni ihtiyaçlar ve arzular yaratarak, bireye mutluluğun ve kimliğin satın alınacak ürünlerde gizli olduğu yanılsamasını sunar. Reklamlar aracılığıyla pompalanan bu illüzyon, bireyin kimliğini, başarısını ve hatta mutluluğunu, sahip olduğu eşyalarla, markalarla tanımlamasına yol açar.
Bu, ürüne yabancılaşmanın diyalektik bir sonucudur: ürün fetişizmi. İşçinin emeğiyle üretilen bir ürün, sanki kendi başına bir değere sahipmiş gibi, büyülü bir nesne gibi algılanır. Oysa onun değeri, içine akıtılan insan emeğinden gelir. Tüketim toplumu, bu gerçekliği gizleyerek, insanı sonsuz bir satın alma döngüsüne hapseder. Anlam ve tatmin arayışı içinde sürekli tüketen birey, aslında daha da büyük bir boşluğa sürüklenir, çünkü yabancılaşmanın kökleri üretim ilişkilerindedir, tüketim alışkanlıklarında değil. Bu sahte tatmin döngüsü, kapitalist sistemin kendini yeniden ürettiği önemli bir mekanizmadır.
Bölüm 3: Merceği Türkiye’ye Çevirmek – Politik ve Sosyal Yansımalar
Küresel kapitalizmin yabancılaşma mekanizmaları, Türkiye’nin kendine özgü sosyo-politik ve ekonomik koşulları altında daha da keskinleşerek, toplumun dokusuna derinlemesine nüfuz etmiştir. Burada analiz, sadece teorik bir çerçevenin ötesine geçmeli, somut koşulların acımasız gerçekliğini gözler önüne sermelidir.
Ekonomik Kriz, Gelecek Kaygısı ve Liyakatsizlik: Emeğin Anlamsızlaşması
Türkiye, yüksek enflasyon, işsizlik ve gelir eşitsizliğinin pençesinde kıvranırken, emekçinin emeğe yabancılaşması en yıkıcı boyutlarına ulaşmıştır. “Ne kadar çalışırsam çalışayım bir ev/araba alamayacağım,” “geleceğimi kuramayacağım,” “çocuklarıma iyi bir eğitim veremeyeceğim” düşüncesi, milyonlarca emekçinin zihnine bir virüs gibi işlemiş, derin bir umutsuzluk yaratmıştır. Çalışma eylemi, bir kendini gerçekleştirme alanı olmaktan tamamen çıkmış, sadece hayatta kalma mücadelesinin acımasız bir aracı haline gelmiştir. Emek, en temel ihtiyaçları dahi karşılamakta yetersiz kalırken, bireyin çalışma azmi ve verimliliği de anlamsızlaşır.
Bu duruma eklenen liyakatkatsizlik kültürü, yabancılaşmayı daha da derinleştirir. İşlerin ehliyete değil, siyasal ve kişisel ilişkilere göre dağıtılması, bireyin yeteneğini, çabasını ve eğitimini değersizleştirir. Liyakatsiz bir sistemde, birey ne kadar donanımlı olursa olsun, emeğinin karşılığını alamayacağı, ilerleyemeyeceği gerçeğiyle yüzleşir. Bu durum, sisteme karşı derin bir güvensizlik ve umutsuzluk yaratır, bireyi kendi çabasından ve potansiyelinden dahi yabancılaştırır. Çünkü ne yaparsa yapsın, belirleyici olanın kendi emeği değil, dışsal ve kontrol edilemez bağlar olduğunu görür.
Siyasal Kutuplaşma ve Toplumsal Çözülme: İnsanın İnsana Yabancılaşması
Türkiye’deki siyasal iklim, insanın insana yabancılaşmasının en keskin ve acı verici tezahürlerinden biridir. Emekçi sınıfların ortak maddi çıkarları, yüksek enflasyon, düşük ücretler, güvencesiz çalışma koşulları gibi temel sorunları varken; egemen ideoloji, toplumu yapay kimlikler, etnik ve kültürel fay hatları üzerinden birbirine düşman etmeyi başarır. Siyasal söylemler, “biz” ve “öteki” kutuplaşması üzerine kuruludur; komşuyu, iş arkadaşını, aynı sokakta yaşadığı insanı sırf farklı bir siyasi görüşe sahip olduğu için “düşman” olarak görme eğilimi yaygınlaşır.
Bu durum, ortak mücadele bilincini ve sınıf dayanışmasını baltalar. Bireyler, gerçek sömürü ilişkilerini ve kendilerini sömüren egemen sınıfı görmek yerine, suni ayrımlar üzerinden birbirleriyle kavga ederler. Bu derin ayrımcılık, toplumsal dokuyu parçalar, kolektif eylemi imkânsız hale getirir. Sonuç, her bireyin kendi dar çıkarlarının peşinde koştuğu, ortak bir toplumsal geleceğe dair inancın azaldığı, insanın insana tamamen yabancılaştığı bir cendereye dönüşür.
“Makbul Vatandaş” Dayatması ve Kültürel Yabancılaşma: Özgün Kimliğin Bastırılması
Türkiye’de, belirli bir yaşam tarzı, inanç ve siyasi görüşün “makbul” kabul edilmesi ve bunun dışındaki herkesin ötekileştirilmesi, insanın kendi özüne yabancılaşmasının politik bir biçimidir. Birey, toplumsal baskı ve devlet aygıtının dayattığı normlar altında, kendi özgün kimliğini, düşüncelerini, yaşam tarzını ve hatta aidiyetlerini saklamak zorunda kalır. Aile içinde, iş yerinde veya kamusal alanda, “yanlış” bir ifade, “yanlış” bir duruş, “yanlış” bir kıyafet, bireyin dışlanmasına veya cezalandırılmasına yol açabilir.
Bu durum, bireyin kendi içinde bir iç çatışma yaşamasına neden olur: ya dayatılan “makbul vatandaş” kimliğine bürünerek kendi özünden ödün verir ya da dışlanma riskini göze alarak kendi benliğini korumaya çalışır. Bu baskı, bireyin kendi kültürel köklerinden, anadilinden, inançlarından, hatta kendi bedeninden utanır hale gelmesine yol açabilir. Kendi özgünlüğünü ifade edemeyen, sürekli bir maskeyle yaşayan birey, kültürel olarak da yabancılaşır, kendi kimliğinin parçalanmışlığını yaşar. Bu, devrimci potansiyeli törpüleyen, bireyleri pasivize eden ve itaatkar kitleler yaratan bir mekanizmadır.
Sonuç: Bilinç, Örgütlenme ve Yabancılaşmayı Aşma İradesi
Yazı boyunca ortaya koyduğumuz gibi, günümüz insanının yaşadığı o tanıdık boşluk, anlamsızlık ve kontrol kaybı, bireysel yetersizliklerin değil, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yapısal bir sorun olan yabancılaşmanın ta kendisidir. Marx’ın 150 yıl önce attığı bu tanı, küresel “gig ekonomisinden” Türkiye’nin ekonomik krizine, sosyal medya bağımlılığından siyasal kutuplaşmaya kadar hayatın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Yabancılaşma, kaderimiz değildir; tarihsel ve toplumsal bir üründür ve tam da bu nedenle değiştirilebilir.
Diyalektik Çıkış: Acıdan Bilince
Diyalektik materyalizm bize öğretir ki, her sistem kendi çelişkilerini içinde barındırır ve bu çelişkiler, değişimin motorudur. Yabancılaşmanın yarattığı acı, hoşnutsuzluk, umutsuzluk ve öfke, aynı zamanda bir sorgulama ve bilinçlenme potansiyeli taşır. İnsanlar, bu acının bireysel olmadığını, kolektif bir hastalığın belirtisi olduğunu anlamaya başladıklarında, işte o zaman değişim tohumları filizlenir. Bu, Marx’ın bahsettiği “sınıf bilinci”nin oluşumunun ilk adımıdır; bireysel ıstırapların, ortak bir sömürü sisteminin sonucu olduğunun kavranmasıdır.
Çıkış Yolu Olarak Praksis (Eylem): Dünyayı Değiştirme İradesi
Peki, bu cendereyi aşmak için ne yapmalıyız? Dünyayı yalnızca yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirme arzusunu taşıyanlar için yol haritası açıktır:
- Teşhis: İlk ve en kritik adım, yaşanan sorunları bireysel yetersizlikler olarak değil, sistemin yapısal bir sonucu olan “yabancılaşma” olarak doğru teşhis etmektir. Bu, kapitalist ideolojinin bireyci yanılsamalarına karşı ilk devrimci adımdır. Sorunun kaynağını görmek, çözüm için ilk kapıyı aralar.
- Örgütlenme: İnsanın insana yabancılaşmasının panzehiri, şüphesiz “dayanışma” ve “örgütlülüktür.” Atomize olmuş bireylerin tek başlarına verdikleri mücadeleler, sistemin devasa gücü karşısında yetersiz kalır. Sendikalar, meslek odaları, dernekler, mahalle komiteleri, öğrenci hareketleri, kadın dayanışma ağları ve nihayetinde işçi sınıfının siyasi partileri gibi kolektif mücadele araçları, yabancılaşmayı aşmanın ve sisteme karşı koymanın yegâne yoludur. Ortak çıkarlar etrafında birleşmek, dayanışma ruhunu yeniden canlandırmak, ezilenlerin gücünü birleştirmektir.
- Hedef: Nihai hedef, Marx’ın özlemini duyduğu, insanın yaratıcı potansiyelini özgürce ortaya koyabildiği, emeğin bir eziyet değil, bir kendini gerçekleştirme faaliyeti olduğu bir toplum kurma iradesidir. Bu, insanın insana yoldaş olduğu, rekabetin değil iş birliğinin egemen olduğu, ürün fetişizminin ve piyasa ilişkilerinin yerini kolektif üretimin ve toplumsal mülkiyetin aldığı, yabancılaşmanın maddi temellerinin ortadan kaldırıldığı bir komünist toplum idealidir. Bu ideal, boş bir hayal değil, kapitalizmin kendi çelişkilerinden doğacak zorunlu bir tarihsel adımdır. Dünyayı yorumlamaktan öteye geçip, onu kökten değiştirmek için bilinçli, örgütlü ve kararlı bir mücadele gereklidir.
Bir yanıt yazın