Skip to content
  • Hakkımda
  • Blog
  • Şiirler
  • Öyküler
  • İletişim

Copyright izlek 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress

izlek
  • Hakkımda
  • Blog
  • Şiirler
  • Öyküler
  • İletişim
Siyaset Article

Türkiye’nin Anti-Emperyalist Geleneğinin Kökenleri ve Evrimi

On 22.06.2025Sisyphos

Günümüzde küresel siyaset ve ekonomi sahnesi, ulus devletler arasındaki güç mücadeleleri, bölgesel çatışmalar ve ekonomik bağımlılık ilişkileriyle şekillenmeye devam ediyor. Uluslararası kurumlar aracılığıyla dayatılan politikalar, finansal operasyonlar ve kültürel hegemonyalar, emperyalist tahakkümün yeni ve sofistike biçimlerini gözler önüne seriyor. Bu karmaşık tablo içinde, bir yanda uluslararası tekellerin ve güçlü devletlerin çıkar çatışmaları yaşanırken, diğer yanda halkların bu dayatmalara karşı direnişi ve bağımsızlık arayışları sürüyor. Türkiye de, coğrafi konumu ve tarihsel mirası itibarıyla, bu küresel mücadelenin her zaman merkezinde yer almıştır. Bugün dahi, komşu coğrafyalardaki askeri müdahaleler, enerji koridorları üzerindeki çekişmeler ve ekonomik krizlerin yarattığı çaresizlik ortamında, “anti-emperyalizm” kavramı farklı kesimler için farklı anlamlar taşımaya devam etmektedir.

Bu araştırma yazısı, Türkiye’nin tarihsel süreç içindeki bu çetin ve çok katmanlı mücadelesini, anti-emperyalist gelenek olarak adlandırabileceğimiz dinamik bir yapı üzerinden ele almayı amaçlamaktadır. Bu gelenek, farklı tarihsel kesitlerde biçim değiştirmiş, ideolojik yaklaşımlar çeşitlenmiş, ancak özünde ulusal bağımsızlık ve toplumsal kurtuluş arayışını barındırmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın destansı direnişinden 1960’ların ve 70’lerin toplumsal hareketlerine, oradan günümüzdeki neoliberal politikalar ve bölgesel güç mücadelelerine karşı yükselen itirazlara kadar, bu gelenek sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde olmuştur.

Bu çalışmada, Türkiye’deki anti-emperyalist hareketlerin sınıfsal dinamiklerle ilişkileri, uluslararası gelişmelerle olan etkileşimleri ve iç siyasi kırılmalarla bağlantıları detaylı bir şekilde incelenecektir. Her bir dönemde, anti-emperyalist aktörlerin kimler olduğu, hangi ideolojileri benimsedikleri, halkın geniş kesimlerinde ne kadar karşılık buldukları ve birbirlerinden ne gibi farklarla ayrıldıkları, aynı zamanda hangi ortak noktalarda buluştukları analiz edilecektir. Nihayetinde, bu kapsamlı tarihsel çözümlemeden elde edilecek temel dersler ve ilkesel başlıklar, günümüz Türkiye’sinde emperyalist tahakküme karşı verilecek mücadelenin geleceğine ışık tutacak ve toplumsal kurtuluş hedefiyle hareket edenler için önemli bir referans noktası olacaktır.

Emperyalizmin Pençesinde Direnişin İlk Kıvılcımları

Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yüzyılın başlarına gelişi, zaten çöküş emareleri gösteren bir imparatorluğun son demlerine denk gelir. Bu dönem, Avrupa’nın büyük güçlerinin, yani dönemin emperyalistlerinin, dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesine giriştiği, sömürgeciliğin en agresif biçimlerini sergilediği bir evredir. Osmanlı, bu küresel emperyalist rekabetin doğrudan hedefi haline gelmişti; “Hasta Adam” olarak nitelendiriliyor ve toprakları üzerinde bitmek bilmeyen paylaşım planları yapılıyordu. İngiltere’den Fransa’ya, Rusya’dan Almanya’ya kadar her büyük güç, Osmanlı coğrafyasında kendi nüfuz alanını genişletme peşindeydi. Bu durum, Osmanlı aydınları ve halkı arasında derin bir tepki ve bağımsızlık arayışı filizlenmesine yol açtı.

Bu dönemde anti-emperyalist düşüncenin ilk önemli taşıyıcılarından biri İttihat ve Terakki Cemiyeti oldu. Her ne kadar siyasi pratikleri ve iç politikaları tartışmalı olsa da İttihat ve Terakki’nin dış politikadaki temel motivasyonlarından biri, Osmanlı’yı emperyalist güçlerin pençesinden kurtarmaktı. Özellikle Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda yaşanan büyük toprak kayıpları ve Batılı devletlerin sürekli müdahaleleri, Cemiyet’i, denge politikaları ve askeri modernleşme çabalarıyla emperyalist tehdidi savuşturmaya itti. Bu çabalar, çoğu zaman kendi içinde çelişkiler barındırsa da İmparatorluğun bekası için bir anti-emperyalist savunma mekanizması olarak görülebilir.

Halktaki karşılığına baktığımızda, özellikle Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük yenilgiler ve katliamlar, Anadolu halkında derin bir travma ve aynı zamanda bir uyanış yarattı. Kaybedilen topraklar ve yaşanan insanlık dramları, yabancı güçlere karşı giderek büyüyen bir öfke ve ulusal bir duyarlılık geliştirdi. Anadolu’nun dört bir yanında başlayan yerel direniş hareketleri, henüz merkezi bir önderlikten yoksun olsa da halkın canına, malına ve namusuna kasteden emperyalist işgallere karşı kendiliğinden gelişen bir savunma refleksiydi. Bu direnişler, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlayacak olan örgütlü Kurtuluş Savaşı’nın altyapısını oluşturdu.

Fikirsel düzeyde ise, bu dönemde erken dönem milliyetçiliğinin anti-emperyalist unsurları öne çıktı. Osmanlıcılık ideolojisinin çöküşüyle birlikte, Türkçülük (Pantürkizm) ve İslamcılık (Panislamizm) gibi akımlar, emperyalist Batı karşısında birleşme ve savunma arayışları olarak ortaya çıktı. Ancak bu milliyetçi akımların, sınıf mücadelesinin ve sömürü ilişkilerinin üzerini örten bir perde işlevi de gördüğünü belirtmek gerekir. Yine de ortak düşmana karşı birleşme çağrıları, halk arasında bir tür anti-emperyalist bilinçlenmeye zemin hazırladı. Mustafa Kemal ve çevresindeki komutanlar da henüz Kurtuluş Savaşı’nın başında olsalar da bu dönemdeki yerel direniş odaklarının anti-emperyalist motivasyonlarını gözlemlemiş ve bu halk potansiyelini bir araya getirme hedefiyle hareket etmişlerdi. Emperyalist müdahalelere karşı duyulan bu ortak nefret ve bağımsızlık arzusu, farklı siyasi eğilimleri bir araya getirecek bir zemin yaratacaktı.

Ya İstiklal Ya Ölüm

1919 yılı, Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktasıydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve Mondros Mütarekesi ile fiilen teslim olan imparatorluk toprakları, emperyalist güçler tarafından hızla işgal edilmeye başlandı. İngiltere, Fransa, İtalya ve özellikle Yunanistan’ın Anadolu’ya girişi, halkta büyük bir infial yaratarak ulusal bağımsızlık mücadelesinin fitilini ateşledi. Bu dönemde anti-emperyalist hareket, artık teorik tartışmalardan öteye geçerek, topyekûn bir varoluş savaşına dönüştü.

Bu dönemin en belirgin özelliği, Kuvayi Milliye adı verilen kendiliğinden halk direnişlerinin yükselişiydi. İşgallere ve zulme karşı örgütlenen bu yerel kuvvetler, Anadolu’nun dört bir yanında emperyalist ordulara karşı gerilla tarzı bir direniş sergiledi. Çerkez Ethem’den Demirci Mehmet Efe’ye kadar birçok yerel lider, bölgelerinde işgalcilere karşı halkı etrafında topladı. Bu hareketler, merkezi bir koordinasyondan yoksun olsalar da halkın canına, malına ve namusuna yönelik emperyalist tehdide karşı doğrudan bir tepkiydi. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı ve Anadolu’daki örgütlenme çabalarıyla bu dağınık direnişler, kısa sürede düzenli bir orduya dönüştürülmeye başlandı. TBMM’nin Ankara’da açılmasıyla birlikte, anti-emperyalist mücadelenin siyasi merkezi de kurulmuş oldu.

Bu süreçte, anti-emperyalist mücadelenin sadece milliyetçi bir eksende ilerlemediğini görmek önemlidir. Dönemin enternasyonalist ve sosyalist akımlar da bu direniş içinde yerini aldı. Özellikle Mustafa Suphi ve yoldaşları, Anadolu’ya geçerek Sovyet Rusya ile bağları güçlendirmeyi ve Kurtuluş Savaşı’nı sadece ulusal değil, aynı zamanda sınıfsal bir kurtuluş mücadelesi olarak konumlandırmayı hedeflediler. Sovyetler Birliği’nin emperyalist Batı’ya karşı tutumu ve Anadolu’daki ulusal kurtuluş hareketine verdiği destek, bu dönemdeki anti-emperyalist mücadelenin önemli bir boyutuydu. İşçi sınıfı ve köylü örgütlenmelerinin henüz zayıf olduğu bu dönemde dahi, Bolşevik devriminin yarattığı etki ve komünistlerin sınıfsal sömürüye karşı duruşları, anti-emperyalist mücadeleye farklı bir soluk getiriyordu. Ancak, bu sosyalist akımlar, dönemin koşulları ve Ankara Hükümeti’nin burjuva karakteri nedeniyle zaman zaman baskılarla karşılaşmış, hatta tasfiye edilme süreçleri yaşamıştır.

Halktaki karşılığına baktığımızda, işgallere karşı duyulan ortak nefret, Anadolu insanını “Ya İstiklal Ya Ölüm” şiarıyla topyekûn bir seferberliğe itti. Kadınlar cepheye mermi taşıdı, köylüler ordunun iaşesini sağladı, gençler cephede can verdi. Bu, siyasal görüşü ne olursa olsun, emperyalist işgale karşı ortak bir refleksin tezahürüydü. Ancak bu ulusal birlik görüntüsünün arkasında, farklı sınıfların ve kesimlerin farklı beklentileri ve çelişkileri de mevcuttu. Burjuvazi ve toprak ağaları ulusal bağımsızlığı kendi çıkarları doğrultusunda bir “kuruluş” fırsatı olarak görürken, emekçi sınıflar için bağımsızlık aynı zamanda sınıfsal ezilmişliğin sona ermesi umudunu da taşıyordu.

Fikirsel düzeyde ise, Kemalist anti-emperyalizm, “tam bağımsızlık” ilkesini merkeze koydu. Kapitülasyonların kaldırılması, Lozan Barış Antlaşması ile uluslararası alanda egemenliğin tanınması ve emperyalist dayatmaların reddedilmesi, bu bağımsızlık anlayışının temel taşlarıydı. Bu, esasen burjuva demokratik bir devrimin emperyalizme karşı aldığı tutumdu. Öte yandan, sosyalist akımlar, emperyalizmin sadece siyasi ve askeri değil, aynı zamanda ekonomik ve sınıfsal bir sömürü biçimi olduğunu vurgulayarak, tam bağımsızlığın ancak kapitalist sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğini savundu.

Özetle, Kurtuluş Savaşı dönemi anti-emperyalist mücadelenin en yoğun ve en kritik evresiydi. Farklı ideolojik ve sınıfsal kökenlerden gelen unsurlar, ortak düşman olan emperyalist işgalcilere karşı birleşmek zorunda kaldı. Bu ortak zemin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolu açarken, bağımsızlığın sınıfsal içeriği ve devrimin niteliği üzerine ileride yaşanacak tartışmaların da tohumlarını atmıştı.

Tek Parti Dönemi: Ekonomi ve İdeolojide Anti-Emperyalizm

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın sıcak cephe mücadelesi yerini, genç ulus devletin inşası ve uluslararası sistemde kendi yerini bulma çabalarına bıraktı. Bu dönem, tek parti yönetimi altında, siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla tahkim edilmesi hedefiyle atılan adımlara sahne oldu. Ancak bu süreç, emperyalist dünya sistemi içinde kapitalist gelişme yolunu seçen bir ülkenin, bağımsızlık arayışlarının sınırlarını da gözler önüne serdi.

Yeni kurulan Cumhuriyet’in anti-emperyalist karakteri, öncelikle ekonomik alanda somutlaştı. Osmanlı’dan devralınan borçların ödenmesi ve özellikle kapitülasyonların kaldırılması, siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla desteklenmesi adına atılan en kritik adımlardı. Genç Cumhuriyet, Batılı emperyalist devletlerin ekonomik nüfuz alanından çıkmak için devletçilik politikalarını benimsedi. Sanayileşme hamleleri, Sümerbank, Etibank gibi kurumların kurulması, demiryolu inşası ve tarımın desteklenmesi gibi adımlar, dışa bağımlılığı azaltma ve ulusal bir burjuvazi yaratma hedefi taşıyordu. Bu çabalar, uluslararası kapitalist sistemin çalkantılı olduğu 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı döneminde bile Türkiye’nin ekonomik alanda görece bir başarı elde etmesini sağladı. Bu yönüyle Kemalist rejim, burjuva devriminin kendi sınırları içinde bir anti-emperyalist duruş sergilediği söylenebilir.

Ancak bu dönemin anti-emperyalist mücadelesi, Kurtuluş Savaşı’ndaki geniş halk katılımından farklı bir nitelik taşıyordu. Tek parti yönetiminin merkeziyetçi yapısı, halkın siyasi yaşama katılımını sınırlarken, anti-emperyalist bilincin yayılması daha çok devlet eliyle, eğitim ve propaganda faaliyetleriyle yürütüldü. Halkın genelinde, savaş sonrası yorgunluk ve yeni kurulan devlete duyulan güvenle birlikte, Kemalist ideolojinin sunduğu milliyetçi ve bağımsızlıkçı söylem büyük ölçüde kabul gördü.

Dönemin diğer önemli bir bileşeni ise komünist hareketin durumu idi. Kurtuluş Savaşı’nda Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkiler ve Mustafa Suphi gibi önderlerin mirası, Türkiye’de bir komünist damar olduğunu gösteriyordu. Ancak genç Cumhuriyet, kendi burjuva karakteri gereği, komünist partiyi yasa dışı ilan etti ve hareket üzerinde ağır baskılar uyguladı. Komünistler yeraltına çekilmek zorunda kaldı, ancak yine de enternasyonalist ve anti-emperyalist düşünceleri yaymaya çalıştılar. Bu baskılar altında dahi, Sovyetler Birliği’nin emperyalist bloklara karşı duruşu, Türkiye’deki anti-emperyalist bilincin bu kanadını beslemeye devam etti. Bu durum, dönemin “bağımsızlık” tanımının sınıfsal içeriği ve rejimin, uluslararası sistemdeki yerini belirlerken iç muhalefete karşı takındığı tavır açısından önemli ipuçları sunar.

İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşması ve patlak vermesi, Türkiye’nin dış politikada yeniden bir denge arayışına girmesine neden oldu. Savaşta tarafsız kalma çabası, emperyalist bloklardan uzak durma refleksi olarak değerlendirilebilir. Ancak savaşın sonunda ortaya çıkan yeni dünya düzeni ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin ABD liderliğindeki Batı bloğuna doğru kayışı, anti-emperyalist mücadelenin yeni bir evreye gireceğinin de habercisiydi. Bu dönem, dışa bağımlılığı azaltma çabalarıyla anti-emperyalist bir karakter taşısa da ilerleyen yıllarda yaşanacak olan ekonomik ve siyasi bağımlılıkların temellerinin atıldığı bir geçiş dönemi oldu.

6. Filo Defol

İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen iki kutuplu dünya düzeni ve başlayan Soğuk Savaş, Türkiye’nin dış politikasında ve dolayısıyla anti-emperyalist mücadelesinde yeni bir dönemi başlattı. Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarına karşı bir güvenlik şemsiyesi arayan Türkiye, hızla ABD liderliğindeki Batı Bloğuna eklemlendi. Bu süreç, 1946’da çok partili sisteme geçişle birlikte siyasi yapıyı da derinden etkiledi ve anti-emperyalist hareketler için yepyeni bir zemin oluşturdu.

Demokrat Parti (DP) iktidarı ile, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri stratejik bir ortaklığa dönüştü. Marshall Yardımı, Amerikan askerî ve ekonomik yardımları, ülkeyi Batı’nın ekonomik ve siyasi sistemine daha sıkı bir şekilde bağladı. Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ve 1952’de NATO’ya giriş, bu bağımlılığın en somut göstergeleriydi. ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki etkisi, sadece ekonomik ve askeri anlaşmalarla sınırlı kalmayıp, kültürel alanda da kendini gösterdi. Hollywood filmleri, Amerikan yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıkları, modernleşme adı altında topluma yayılmaya başladı. Bu durum, özellikle aydın kesim ve sol siyasi çevrelerde ciddi bir anti-Amerikancılık dalgasının yükselmesine neden oldu.

1960’lı yıllar, Türkiye’deki anti-emperyalist mücadelenin en dinamik ve kitlesel evrelerinden birine sahne oldu. Dünya genelinde Vietnam Savaşı’na karşı yükselen tepkiler ve anti-emperyalist hareketlerin etkisi, Türkiye’de de yankı buldu. Amerikan 6. Filosunun Türk limanlarına gelişi, özellikle üniversite gençliği tarafından büyük protestolarla karşılandı. “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!”, “6. Filo Defol!” sloganları, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi genç devrimci önderlerin simge isimleri haline geldi. Bu hareketler, anti-emperyalist mücadelenin sadece dış politikaya yönelik bir itiraz olmaktan çıkıp, ülkedeki siyasi ve ekonomik yapıya yönelik sınıfsal bir eleştiriye evrildiğini gösterdi. Genç devrimciler, Türkiye’nin geri kalmışlığının ve bağımlılığının köklerini emperyalizmin yanı sıra, yerel işbirlikçi burjuvazide ve feodal kalıntılarda arıyorlardı. Onlar için “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı, sadece siyasi değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal bir kurtuluşu ifade ediyordu.

1970’li yıllar ise, anti-emperyalist mücadelenin işçi sınıfı hareketleriyle birleştiği bir dönem oldu. DİSK gibi sınıf sendikalarının yükselişi, işçi sınıfının bilinçlenmesi ve grevler aracılığıyla ekonomik taleplerini dile getirmesi, anti-emperyalist mücadelenin daha geniş bir toplumsal tabana yayılmasını sağladı. Sendikal hareket, sadece ücret ve çalışma koşullarıyla sınırlı kalmayıp, ülkenin genel bağımsızlık ve sömürüye karşı duruşunda da önemli bir aktör haline geldi. Köy Enstitüleri geleneğinden gelen aydınlar ve öğretmenler de kırsal kesimde anti-emperyalist ve aydınlanmacı fikirleri yayma çabalarıyla önemli bir rol oynadı. Bu dönemdeki sol hareketler, emperyalizmin ülkenin üretim ilişkilerine nasıl nüfuz ettiğini, uluslararası sermayenin yerel burjuvaziyle nasıl iş birliği yaptığını ve bu durumun emekçi sınıflar üzerindeki yıkıcı etkilerini somut analizlerle ortaya koydu.

Halktaki karşılığına baktığımızda, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda anti-emperyalist duyarlılık hem gençlik hem de işçi sınıfı arasında büyük bir destek buldu. Köyden kente göçün hızlandığı, kentlerde işçi sınıfının büyüdüğü ve üniversite mezunlarının artan siyasi bilinçle toplumsal sorunlara yaklaştığı bir dönemdi. Sağ-sol çatışması olarak kodlanan gerilimin şiddetlendiği bu dönemde, yaşanan kutuplaşmanın derininde, emperyalist güçlerin ve onların yerel uzantılarının provokasyonları önemli bir rol oynadı. Darbe öncesi kaos ortamı, esasen yükselen anti-emperyalist ve devrimci hareketin tasfiye edilmesi için zemin hazırlıyordu.

Fikirsel düzeyde ise, bağımlılık teorileri, Türkiye’nin neden “az gelişmiş” kaldığını ve emperyalist sisteme nasıl entegre olduğunu açıklamaya çalıştı. Ulusal Demokratik Devrim (UDD) stratejisi, emperyalizme karşı birleşik bir cephe oluşturmayı ve anti-feodal, anti-emperyalist bir devrimle bağımsız ve sosyalist bir Türkiye kurmayı hedefliyordu. Kır gerillası stratejileri, şehir gerillacılığı ve işçi sınıfının öncü rolü gibi farklı devrimci stratejiler de bu dönemde tartışıldı ve pratiğe geçirildi. Tüm bu farklılıklarına rağmen, Batı emperyalizmine (özellikle ABD emperyalizmine) karşı net bir duruş sergilemek, sömürüye ve bağımlılığa karşı mücadele etmek, bu dönemin anti-emperyalist hareketlerinin ortak paydasıydı.

Darbe, Neoliberalizm ve Yeni Kırılmalar

12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısında derin bir kırılma noktası oldu. Darbe, yükselen anti-emperyalist ve devrimci hareketin, işçi sınıfı örgütlenmelerinin ve sol muhalefetin kanlı bir şekilde bastırılmasını hedefledi. Sendikalar kapatıldı, siyasi partiler lağvedildi ve geniş kitleler üzerinde büyük bir apolitikleşme ve korku atmosferi yaratıldı. Bu baskı ortamı, Türkiye’deki anti-emperyalist mücadelenin geleneksel biçimlerini derinden etkileyerek bir gerileme ve yeniden yapılanma sürecine soktu.

12 Eylül sonrasında Türkiye, neoliberal politikaların hızla uygulandığı bir laboratuvara dönüştü. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kuruluşlarının dayatmalarıyla özelleştirmeler hız kazandı, kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT’ler) tasfiye edildi, dış ticaret serbestleştirildi ve ülkenin ekonomik bağımlılığı derinleşti. Bu durum, emperyalizmin artık doğrudan askeri işgalden ziyade, ekonomik ve finansal mekanizmalar üzerinden işleyen yeni biçimlerinin yaygınlaştığını gösteriyordu. Bu dönemin anti-emperyalist tepkileri, daha çok ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluk gibi somut sorunlar üzerinden yükseldi ve halkın geniş kesimlerinde dolaylı bir anti-emperyalist duyarlılık yarattı.

Bu dönemde anti-emperyalist mücadelenin önemli bir dinamiği de Kürt hareketinin ortaya çıkışı ve silahlı mücadelesi oldu. 1984’te PKK’nın başlattığı silahlı mücadele, Türkiye’nin doğusunda uzun yıllar sürecek bir çatışma sürecini başlattı. Gelenek dergisinin Kürt hareketine yaklaşımı, bu hareketin başlangıçta ulusal özgürleşme hedefiyle birlikte anti-emperyalist bir söylemle ortaya çıktığını belirtir. PKK, ilk dönemlerinde ABD ve NATO karşıtı bir tutum sergilemiş, ulusal kurtuluş mücadeleleri çerçevesinde değerlendirilebilecek bir pozisyon almıştır. Ancak, Kürt hareketinin siyasal konjonktür ve iç dinamiklerle birlikte emperyalist merkezlerle ilişkilerinin nasıl dönüştüğü önemli bir analiz konusudur. Bu durum, Türkiye’deki anti-emperyalist sol sosyalist hareketler üzerinde karmaşık etkiler yarattı. Bir yandan, ortak emperyalizm karşıtı zemin üzerinden ittifak arayışları doğarken, diğer yandan Kürt hareketinin ulusal öncelikleri ve siyasal İslam ile etkileşimi, solun geleneksel sınıf eksenli anti-emperyalizm anlayışıyla çelişkiler de yarattı. Kürt ulusal hareketi kendi coğrafyasındaki ağırlığı ölçüsünde, Türkiye’nin diğer emekçilerinden uzaklaşmış ve kapalı bir gündeme sahip olmuştur, bu da Türkiye’deki sınıf eksenli sol ile Kürt ulusal hareketi arasındaki ayrışmayı derinleştirmiştir.

Aynı zamanda, Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması, dünya sosyalist hareketi ve dolayısıyla Türkiye’deki sol-sosyalist akımlar için büyük bir şok ve ideolojik kriz anlamına geliyordu. Sosyalizmin geleceği, devrimin olanakları ve emperyalizme karşı mücadele stratejileri üzerine ciddi sorgulamalar başladı. Reel sosyalizmin çöküşü, ulusal kurtuluş süreçlerini de etkilemiş ve solun anti-emperyalist duruşunda bir sarsıntıya yol açmıştır. Bu süreçte, bazı kesimlerde sivil toplumculuk eğilimleri güç kazandı. Çevre hareketleri, insan hakları savunuculuğu, feminist hareketler gibi sivil toplum alanları, siyasi mücadelenin yeni platformları olarak öne çıktı. Bu dönüşüm, anti-emperyalist mücadelenin daha reformist, daha az sınıfsal ve daha çok küresel sivil toplum ağları üzerinden yürütülen bir niteliğe bürünmesine neden oldu.

Dönemin sonlarına doğru yaşanan 1. Körfez Savaşı (1990-1991) ve 2003’teki Irak işgaline giden süreç, Türkiye’deki anti-emperyalist duyarlılığı yeniden canlandırdı. ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahaleleri, Türkiye’nin bu operasyonlardaki rolü ve potansiyel bedelleri, halk arasında büyük bir endişe ve tepkiyle karşılandı. Özellikle Irak’a yönelik ambargo ve sonrasındaki işgal planları, ulusalcı ve solcu kesimlerde güçlü bir anti-ABD ve anti-emperyalist tutum sergilenmesine yol açtı. Bu dönemde Irak’a yönelik dış müdahalenin olası sonuçları ve Türkiye’nin iç politikadaki anti-emperyalist tutumları önemli tartışma başlıklarıydı. Sokaklarda düzenlenen eylemler, dönemin siyasi iktidarlarının ABD’ye verdikleri destek nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kalmasına neden oldu. Bu dönem, emperyalizmin yalnızca ekonomik değil, askeri saldırganlığının da devam ettiğini ve buna karşı güçlü bir halk tepkisinin hala var olduğunu gösterdi.

Özetle, 12 Eylül sonrası ve 2000’li yıllara kadar olan dönem, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin darbenin baskısıyla zayıfladığı, ekonomik bağımlılığın derinleştiği, uluslararası konjonktürün değiştiği ve Kürt hareketinin ortaya çıkışıyla yeni dinamikler kazandığı karmaşık bir evreydi. Bu süreç, anti-emperyalist bilincin farklı mecralarda ve farklı biçimlerde varlığını sürdürmesine rağmen, geleneksel solun yaşadığı ideolojik krizi ve dönüşümleri de gözler önüne serdi.

Bölgesel Güç Arayışı ve Çelişkiler

2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinde, Türkiye siyaseti ve dış politikası açısından yeni bir döneme giriliyordu. Bu dönem, bir yandan Avrupa Birliği (AB) üyeliği sürecine verilen önem, diğer yandan ise ABD ile ilişkilerde iniş çıkışlar ve Ortadoğu’daki bölgesel güç olma arayışlarıyla şekillendi. Anti-emperyalist mücadelenin dinamikleri de bu karmaşık uluslararası ve iç siyasi gelişmelerin etkisiyle büyük bir dönüşüm geçirdi.

AKP’nin ilk yıllarındaki dış politik söyleminde, özellikle ABD’nin tek kutuplu dünya düzeni tahakkümüne karşı zaman zaman “anti-emperyalist” tınılar taşıyan çıkışlar görüldü. Örneğin, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışı, Batılı güçlere karşı bir duruş sergileme olarak yorumlandı. Ortadoğu’da daha “bağımsız” bir dış politika izleme, çevre ülkelerle “sıfır sorun” ilkesiyle ilişkileri geliştirme ve Türkiye’yi bölgesel bir aktör olarak konumlandırma çabaları da bu kapsamda değerlendirilebilirdi. Ancak bu “anti-emperyalizmin” sınıfsal içeriği ve burjuva karakteri dikkat çekiciydi. Temelde, Türkiye sermayesinin bölgesel yayılma ve yeni pazar arayışlarıyla uyumlu, pragmatik bir dış politika izleniyordu; bu da derinlemesine bir emperyalizm karşıtlığından ziyade, mevcut emperyalist sistem içinde daha fazla alan açma çabasıydı.

Bu dönemin anti-emperyalist refleksleri açısından kritik bir olay 2003 Irak İşgali ve öncesindeki gelişmelerdi. ABD’nin Irak’ı işgal etme planlarına Türkiye’nin askeri destek vermesi talebi, ülkenin iç siyasetinde büyük bir krize yol açtı. Hükümetin tezkereyi meclisten geçirme çabaları, toplumun geniş kesimlerinde büyük tepki topladı. Sol, ulusalcı ve hatta muhafazakâr bazı çevreler, ABD’nin Irak’a yönelik müdahalesinin emperyalist bir işgal olduğunu vurgulayarak teskereye karşı güçlü bir anti-emperyalist duruş sergilediler. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) tezkereye onay vermemesi, halkın bu konudaki yoğun muhalefetinin ve farklı ideolojik kesimlerin anti-emperyalist ortak paydada buluşmasının önemli bir göstergesiydi. Bu olay, Türkiye’nin egemenlik hakları ve dış politika bağımsızlığı konusunda hala güçlü bir toplumsal duyarlılığın var olduğunu kanıtladı.

Ancak, bu dönemde sol ve sosyalist hareketlerde anti-emperyalizmin bir erozyona uğraması da söz konusuydu. Küreselleşme ve post-modern düşüncelerin etkisiyle, bazı sol çevrelerde anti-emperyalist mücadelenin önceliğini yitirdiği veya daha dar bir ulusalcılığa indirgendiği gözlendi. Evrensel sınıf mücadelesi yerine yerel ve kimliksel sorunlara aşırı odaklanma eğilimi, anti-emperyalist perspektifin zayıflamasına neden oldu.

Öte yandan, Kürt hareketinin emperyalist merkezlerle ilişkileri bu dönemde önemli bir dönüşüm geçirdi. Özellikle Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla birlikte, PKK’nın siyasi uzantıları olan PYD/YPG’nin ABD ve bazı Avrupa ülkeleriyle IŞİD’e karşı mücadele bahanesiyle kurduğu doğrudan ve dolaylı ilişkiler, Kürt hareketinin anti-emperyalist söylemini karmaşıklaştırdı. Bir ulusal kurtuluş hareketi olarak başlayan Kürt hareketinin, bölgesel ve küresel emperyalist güçlerle belirli çıkarlar doğrultusunda iş birliği yapması, Türkiye’deki sol ve anti-emperyalist çevrelerde ciddi tartışmalara ve ayrışmalara yol açtı. Bu durum, anti-emperyalist mücadelenin, ulusal sorunlar ve bölgesel çatışmalar bağlamında nasıl farklı ve çelişkili dinamiklere sahip olabileceğini gösterdi.

Cumhuriyetçi akımların anti-emperyalizm konusunda yaşadığı ayrışmalar da bu dönemin belirleyici özelliklerinden biriydi. Kemalizmin “tam bağımsızlık” ilkesi farklı cumhuriyetçi kesimlerce farklı yorumlanıyordu. Bir yandan, ABD ve NATO ile güçlü bağları sürdürmeyi ve Batı ittifakı içinde kalmayı savunan bir kesim varken, diğer yandan daha radikal anti-Amerikancı pozisyonlar alan, hatta Avrasyacılığa yönelen cumhuriyetçi akımlar da ortaya çıktı. Bu ayrışmalar, Türkiye’nin dış politikadaki yönelimi ve emperyalizme karşı alınacak tutum konusunda iç politikada süregelen ideolojik çekişmeleri yansıtmaktaydı.

Genel olarak, AKP iktidarından günümüze kadar olan dönem, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin çok boyutlu ve karmaşık bir hal aldığını göstermektedir. Neoliberalizmin derinleşen ekonomik bağımlılığı, Ortadoğu’daki güç mücadeleleri, Kürt sorununun uluslararasılaşması ve farklı siyasi aktörlerin anti-emperyalizm söylemlerindeki dönüşümler, bu dönemin temel karakteristikleri olmuştur. Halktaki karşılık ise, bölgesel ve küresel olaylara göre şekillenen farklı milliyetçi, dini veya sınıf temelli tepkilerle kendini göstermiştir.

Dünden Bugüne Anti-Emperyalist Mücadeleden Dersler ve Geleceğin İlkeleri

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan günümüze uzanan anti-emperyalist mücadelesi, yalnızca bir direniş tarihi değil, aynı zamanda sürekli değişen emperyalist tahakküm biçimlerine karşı halkların ve farklı sınıfların mücadele dinamiklerini anlamak için zengin bir laboratuvardır. Bu uzun ve karmaşık süreç, bizlere gelecekteki anti-emperyalist mücadeleler için yol gösterici nitelikte önemli dersler ve ilkeler sunmaktadır.

Tarihsel Süreçten Çıkarılan Dersler

Türkiye’nin anti-emperyalist geleneği bize şunu net bir şekilde göstermektedir:

  • Emperyalizmin Değişen Biçimleri: Emperyalizm, artık sadece askeri işgal veya doğrudan sömürgecilikle sınırlı değildir. Ekonomik ve finansal bağımlılık, kültürel hegemonyalar, teknolojik dayatmalar ve uluslararası kuruluşlar aracılığıyla yapılan politik müdahaleler, emperyalizmin güncel ve çok boyutlu tezahürleridir. Bu nedenle, anti-emperyalist mücadele de sürekli olarak bu yeni biçimleri kavramalı ve bunlara karşı yeni stratejiler geliştirmelidir.
  • Sınıf Mücadelesi ve Anti-Emperyalizm Arasındaki Derin Bağ: Tarihsel deneyimler, anti-emperyalist mücadelenin sınıfsal karakterinden bağımsız düşünülemeyeceğini ortaya koymuştur. Burjuva sınıfların anti-emperyalist söylemleri, genellikle kendi sınıfsal çıkarları ve emperyalist sistem içindeki konumlarını güçlendirme hedefiyle sınırlı kalmıştır. Gerçek ve köklü bir anti-emperyalist duruş, ancak işçi sınıfının öncü rolü ile sağlanabilir, çünkü onların kurtuluşu doğrudan emperyalist sömürünün sona ermesiyle ilişkilidir.
  • Halkla İlişkinin ve Örgütlenmenin Önemi: Kurtuluş Savaşı’ndan 1960’ların gençlik hareketlerine kadar, başarılı anti-emperyalist direnişler ancak halkın geniş kesimlerinde karşılık bulduğunda ve güçlü bir örgütlenme zemininde yükseldiğinde mümkün olmuştur. Kitlelerin bilinçlenmesi, seferber edilmesi ve kendi kaderlerine sahip çıkması, anti-emperyalist mücadelenin temel dayanağıdır.
  • İdeolojik Berraklık ve Sınıfsal Tahlilin Vazgeçilmezliği: Anti-emperyalist söylem, milliyetçilik, dincilik ve farklı kimlik politikaları üzerinden kolayca çarpıtılabilir veya farklı sınıfsal çıkarların aracı haline getirilebilir. Bu tuzağa düşmemek için, emperyalizmin kökenindeki sınıfsal sömürü ilişkilerini net bir şekilde ortaya koyan ideolojik berraklık ve her koşulda somut durumun somut analizi vazgeçilmezdir.
  • Uluslararası Dayanışmanın Gerekliliği: Hiçbir ulusal kurtuluş mücadelesi, emperyalizmin küresel karakteri göz önüne alındığında izole kalamaz. Farklı coğrafyalardaki ezilen halklarla ve emekçi sınıflarla kurulacak enternasyonalist dayanışma, emperyalist tahakküme karşı verilen mücadeleyi güçlendirecektir. Türkiye’deki solun, Sovyetler’in çöküşüyle yaşadığı ideolojik krize rağmen, enternasyonalist anti-emperyalist bir perspektifi yeniden inşa etmesi elzemdir.

Geleceğe Yönelik İlkesel Başlıklar

Bu tarihsel mirasın ışığında, Türkiye’nin anti-emperyalist geleneğini ileri taşıyacak ve güncel mücadelelere rehberlik edecek bazı ilkesel başlıklar şunlardır:

  • Tam Bağımsızlık ve Egemenlik Mücadelesi: Bu, sadece siyasi bağımsızlıkla sınırlı değildir. Ekonomik kararların dış merkezlerden bağımsız alınması, kültürel değerlerin emperyalist dayatmalardan korunması, askeri stratejilerin kendi ulusal çıkarlarımıza göre belirlenmesi tam bağımsızlığın olmazsa olmaz koşullarıdır.
  • Anti-Kapitalist ve Anti-Emperyalist Siyasetin Bütünlüğü: Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Dolayısıyla, gerçek ve kalıcı bir anti-emperyalist duruş, kapitalist üretim ilişkilerinin sorgulanmasını ve dönüştürülmesini hedeflemelidir. “Milli ve yerli” sermayenin çıkarlarıyla örtüşen “anti-emperyalizm”in sınırları iyi anlaşılmalı, sömürüyü ortadan kaldırmaya yönelik bir strateji benimsenmelidir.
  • Halkların Kardeşliği ve Emperyalizme Karşı Birleşik Cephe: Emperyalist güçler, milliyetçi, etnik ve mezhepsel ayrımları kışkırtarak halkları birbirine düşürmeyi hedefler. Buna karşı durmak, Türkiye halklarının ve bölgedeki tüm ezilen halkların kardeşliğini savunarak, emperyalist saldırganlığa karşı ortak bir cephe oluşturmak elzemdir. Kürt sorununun uluslararasılaşması ve Kürt hareketinin emperyalist güçlerle kurduğu ilişkiler, bu birleşik cephenin inşasındaki zorlukları ve önündeki engelleri daha da belirginleştirmektedir. Bu karmaşıklık, çözümün ancak emperyalist müdahaleden bağımsız, halkların kendi iradesiyle inşa edilebileceği gerçeğini güçlendirir.
  • Üretim İlişkilerinin Dönüşümü: Anti-emperyalist mücadelenin nihai hedefi, ulusal ekonominin emperyalist tekellerin ve finans kapitalinin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Bu, kamuculuğun yeniden güçlendirilmesi, stratejik sektörlerin devletleştirilmesi ve toplumsal refahı önceleyen bir üretim ve dağıtım sisteminin inşa edilmesiyle mümkündür.
  • Sürekli Devrimci Eylem ve Güncel Duruma Uyarlanma: Emperyalizm, sürekli olarak yeni biçimlere büründüğü gibi, anti-emperyalist mücadelenin de statik olmaması gerekir. Geçmişin ezberleri yerine, değişen koşulları, yeni emperyalist stratejileri ve toplumsal dinamikleri analiz ederek, sürekli bir devrimci eylem ve mücadele hattı geliştirmek zorunludur. Özellikle sivil toplumculuk ve salt kimlik politikaları üzerinden yürütülen “anti-emperyalizm”in sınırlılıkları göz önünde bulundurulmalı, sınıf mücadelesinin merkeze alındığı güçlü bir siyasi hareket inşa edilmelidir.

Türkiye’nin anti-emperyalist geleneği, bir yandan verilen büyük mücadelelerin gururunu taşırken, diğer yandan da yapılan hatalardan ve yaşanan savrulmalardan ders çıkarma sorumluluğunu yükler. Geleceğin bağımsız ve özgür Türkiyesi, bu derslerden yola çıkarak, emperyalist tahakküme karşı kesintisiz bir mücadele hattı izlemekle ve tüm ezilenlerin kurtuluşuna öncülük etmekle mümkün olacaktır.

Bunlar da var

Dijital Çağ, Sosyal Medya ve Kapitalist Yabancılaşma

Teori, Strateji, Politika

Nükleer Eşikteki İran: Emperyalizmin Pençesinde Bir Direniş

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşivler

  • Haziran 2025

Calendar

Haziran 2025
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  
     

Kategoriler

  • Felsefe
  • Siyaset

1880-124-1024

Copyright izlek 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress