Öyküler
GÜNDÜZ DÜŞLERİ
Gündüz düşler görürüm bazen. Koşar yılki atları kıyı boyunca uçsuz bucaksız. Sarı yeleli, mavi yeleli, en çok da kızıl yeleli. Nalları her vuruşunda suya, serinler onlara ilhamla bakan çocukların hayalperest kuşları. Her nal vuruşunda savrulan kum taneleri, rengarenk bir yel olur, ormanlara, çayırlara umut taşır, yeşertmek için. Düşlerimde renkleri göremezdim eğer gözlerindeki güneşten bakmayı akıl etmesen. O zaman bilemezdim kuşların nasıl serin kaldığını, ormanın, çayırın nasıl umut yeşerttiğini. Bir düşümde bakmıştım gözlerindeki güneşe, parçalara bölünmüş, her parçam başka kıtalara rüzgarlarla savrulmuştu. Her parçam birbirinden habersiz aramıştı Anka kuşunu.
Bir parçam en yükseğinden Alpler ’in Paris’in üç renkli alazına dikine bir dalışta aramış, bulamamış, bir parçam sarı nehrin derinlerine dalmış dört bin yıllık tufanın izlerine bakmış, görememiş, bir parçam Moskova önlerinin geniş alanlarında Momis-Uli ile “polyushka polye” söylemiş ve yaşamanın kurşun seslerinde duyamamıştı. Anka Kuşu gölgelere saklanmış. Gölgede, karanlıkta gözden ırak kalmış. Gözlerindeki güneşten bakmayı öğrenene kadar.
Yılkı atları koşuyor yelelerinde peri kızlarıyla. Ne zaman görsem peri kızını burada yağmur başlıyor. Ve yağmur yağarken artık gökyüzü beni korkutmuyor, ısıtıyor çünkü gözlerindeki güneş gölgelerdeki üşümeyi aldı götürdü.
Yine bir düşün içindeyim, bir arenada. Taş oturma sıralarının en sonunda otururken ve meydanda gladyatörler yokken, salıveriyorlar aslanı. Aslan bir delikten girip kayboluyor. Bekliyorum nereden çıkıp da üzerime atlayacak diye. Yabancı biri yanıma yaklaşınca atıveriyorum arenanın üst sırasından aşağıya adamı. Neden bilmiyorum. Aslanın çıkıp üzerime atlayacağı yok. Zaten aslanın artık şansı yok. Kıvrılmışım cenin pozisyonunda ve karnımdan beynime bıçak acısıyla girmeye çalışan şeyle cebelleşiyorum. Korkuyorum önce ama hemen hatırlıyorum buna şerbetli olduğumu. Anlamaya bak. Kim bu acı? Aslında acı değil. Yavrum diye sarılan anne yarısının karanlıklar ülkesinden özlemi bu. Korkmaya gerek yok acı ile sevgiyi karıştırmamayı öğrendin. Anne yarın sana hatırlatıyor; “yaşamayı önemse oğul, bir daha gelmeyeceksin bu diyarlara.”
Tutunuyorum yelelerine ben de yılkı atının. Ben tutununca kızıl yeleli bu at, dönüp dağlara doğru koşmaya başlıyor. Yükseliyor yükseliyor sürekli. İnsanlardan ve seslerden uzağa, bulutların bittiği yerin ötesine, Hermes’in diyarına.
Birden ağırlaşıyor temposu kızıl yelelinin. Sanki tüm bulutların yükünü yüklemiş. Gözlerim birden görmez oluyor ve bedenimi saran kuvvetli kolların beni sıkmaktan çok hafiflettiğini hissediyorum. Yılkının sırtında kim ki beni saran. Bu dağın tanrısı olmalı.
Fısıldıyor Helenike heceleriyle bir şeyler. Tam da dedemim diyarları ama ben bilmem diyecekken bildiğimi anlıyorum bu dili. “Gözlerinle bakma, çünkü yanarlar”, “Ellerinle tutma bileğinden koparlar”, “kollarınla sarma küle dönerler”, “saçlarına dokunma sarıp boğarlar, eğer yoksa cesaretin gözlerinden bakmaya, elleriyle tutmaya, kollarıyla sarmaya, saçları olup savrulmaya” diyor, ekliyor; “Cupid’i bilir misin?” “Khronos kanatlarını kesti Cupid’in, ki okları yere düşmüştü”.
“Ezberle bu ezgiyi;
Zaman akarken en gür şelalelerde
Götürdü aşkı taşan sellerde
Uçamadı kesilmişken kanatları acımasız ellerde
Savunmasız kaldı düşen her kum tanesine”
Ve birden kayboluyor Hermes. Kızıl yılkı hafifliyor ve hafiflemekle kalmayıp kanatlarını çıkarıyor. Bulutların üstünden son hızla uçmaya başlıyor. Masallarda olur sanırdım gerçekten de olurmuş. Kimi insanlar var ki, ölüme yakın, nefes almaya bağımlı, taklit ederler kanatlı atları. Kragos Dağı’ndan atlarlar takma kanatlarıyla. Hiç özenmedim onlara, biraz da korkudan. Şimdi kanatların üstündeyim ayaklarımın altında dağlarla denizin henüz saflığını kaybetmeyen dansı dönüyor. Öldürmemiş kaptan oğlunu bir kürek darbesiyle ve intihar etmemiş henüz Belce kız.
Kanatları da kırmızıymış, cesaret edip bakınca fark ediyorum. Nedense giderek yükseliyor. Yükseldikçe nefes almak zorlaşıyor. Gözlerim kararıyor. Simsiyah bir boşluk; bayılmış olmalıyım.
Yüzüme çarpan sağanak ile ayıldım. Neredeyim? Bir ses bağırıyor “Taksiarkos”, “Ne yapıyoruz devam mı tamam mı, Thor’u kızdırmayalım”. Kalkedon’dayım anladım. Apollon tapınağını inşa ediyoruz. Bu eski asker bana “Taksiarkos” deyip duruyor sanki orduyuz da komutanım. Thor kızacakmış tüküreyim kızıl sakalına. Korktuğumu bilseler yağmurda gökyüzünden, Apollon tapınağına çimentocu başı yapmazlardı beni. “Devam” diyorum “devam”, “bu temel dökülecek durmak yok, yağmur bizi durduramaz”. Kanatlı ata ne oldu diye düşünüyorum, yemekten sonra uyudum da rüya mı gördüm yoksa geçmeyen kabuslarıma geri mi döndüm. Çimento kuyusunda bir bağırtı koptu. “Adam düştü”. Kulağım sağır olsa duymasam, “ip atın, ip atın”. Sardı beline ama dibe batıyor. Kuyu yeni kireçlendi alev alev şimdi orası. “İpi çek”, “ipi çek”. Çektikçe çoğalıyor ip ama köleden iz yok. İp bitmiyor köle çıkmıyor. Dişlerim sızlıyor. Neden? “Devam” dersen tanrılar için daha çok sızlar dişin.
Kanadını hızla çarpınca belli belirsiz ayılıyorum. Çok sıkı sarılmış olmalıyım kanatlarına. Kafam gidip geliyor. Yağmur çok daha şiddetli etrafta şimşekler çakıyor. Bir kümülonimbüsün içinde olmalıyız. Kafam gidip geliyor. Kollarımla sarıldığım atın kızıl kanatları bir var bir yok, kızıl yeleler bir var bir yok, sarı saçlar var. Kolundan sarmışım, sırılsıklam bedeni. Kolu yanıyor, kendisi üşüyor. Göremiyorum yüzünü, saçları ıslak kapatmış mı yüzünü? Yoksa gözlerim mi yanıyor yağmurdan. Kızıl kanatlar geliyor, o sarı saçlar gidiyor. Kızıl yeleler gidiyor kollarımda ıslak bir tanrıça kalıyor.
Her şey birden nasıl değişiyor. Buluttan çıkmakla pırıl pırıl gökyüzünde buluyoruz kendimizi. Aşağıda yılkı atlar kıyı boyu suları sıçratarak koşmaya devam ediyor. Kızıl yılkı dönüp bana bakıyor. Gözlerini o zaman fark ediyorum. Ne kadar derin. Çağlayan gibi akıp çoğaltan gözler. Nerden hatırlıyorum bu gözleri. Oysa görmedim hiç ömrümde böyle bakan gözler. Atıveriyor sırtından beni, kıyıya yakın denizin üstünde. Hey, yüzemem ben. Derindeyim şimdi ve elimde bir deniz yıldızı var. Beş kollu yıldızın bir kolu az içe doğru bükük. “Hatırlıyorum seni, kıyıda kurumak üzereydin seni denize geri bıraktığımda”. Konuşmuyoruz. Suda nasıl konuşulur? Ama anlaşıyoruz. Venüs’e bakarken hissettiğim sonsuzluğu hissediyorum. “Yaralı kolun hangisi?” Ruh mu, ateş mi, hava mı, su mu yoksa toprak mı? “Öğrenmeye başlayacaksın” diyor.” Sen kıyıda kururken beni değil kendini döndürdün hayata”. “Şimdi düşün bakalım hangi kolum bükük olan?”. “Acıyor mu” diyorum. “Yaralı değil ki, sadece artık dengede. O nedenle bükük”.
Zor yerden sordu, nefes almak için zamanım kalmadı ki, nerden bileyim hangisi dengede; irade mi, zekâ mı, duygular mı, maddeler alemi mi? Zor soru nefes almalıyım ben yüzme bilmiyorum. “Yüzme bilinmez ki o zaten var, beni bırak şimdi” diyor. Bırakınca yukarı doğru çıkmaya başlıyor bedenim.
Uzun sürmüş olmalı yüze çıkmam. On gece mi geçmiş sanki?
Büyük bir dalga çarpınca bedenime kendimi kumsalda buldum. Yılkı atları yok, kimse yok.
On gün mü sürmüş dipten çıkmak. Odysseus muyum ben, neden bu kadar kızdı bu deniz.
Başımda tatlı bir dönme hissi var. Derinden çıkarken yarı bulanık bilincimle gördüklerimi belli belirsiz hatırlıyorum.
“Serbestsin” diyor. Sarı saçlarıyla yüzünü gizleyen tanrıça, “aklına ilk geleni çağır, bakalım nelerin peşine düşmüşsün”
“Nefes nefese kalmak deyince akla ilk gelen”; “on gün boyunca terinden şarap yapmak.”
“Sevdiğini bir daha gördüğünde ne düşünürsün”; “memelerden saçılan boncukları.”
“Görmeyeli en çok neyi özlemişsin”; “sırtının pürüzsüz beyazında gözü açık uyumaları.”
“Şimdi yanında olsa ne isterdin”; “bir yudum kızıl şarap, bir nefes yar dudağı.”
“Gitmeden ne verseydi sana”; “güneş doğana kadar içime çektiğim kokusunu.”
“Sana desem ki o gelmeyecek”; “beklerim tek başıma nehrin sonunda.”
Bir soru daha sordu sanki sarı saçlı tanrıça ama hatırlayamadım. Zor soruydu. Düşünmüştüm ve düşününce hiddetlenip gitmişti hızlıca. O gidince vermiştim hatırlayamadığım o cevabı.
Şimdi kıyıdayım artık.
Beklemenin kıyısı burası. Kimse yok.
Neyi bekliyorum. Bilmiyorum.
Kumsalda kuru bir yere oturuyorum, kurumaya ve ısınmaya ihtiyacım var. Sırtüstü yatıp kumun sıcaklığını tüm bedenimde hissettiğim anda ayak parmaklarımın ucuna bir şeyin dokunduğunu hissediyorum. Bir yengeç bu. Kıskacının dış tarafıyla ayağıma dokunuyor. Doğrulup ayağımı çektiğimde “korkma” diyor, “sana zarar vermem”. “Ne istiyorsun” diyorum, bir soru sormak istediğini söylüyor ve neyi beklediğimi soruyor. Bir şeyi beklediğimi nereden çıkardın dediğimde, beklemenin kıyısındasın ya oradan bildim diyor.
Bilmiyorum, neyi beklediğimi bilmiyorum.
Soruyorum sen ne arıyorsun burada ve nasıl konuşabiliyorsun diye; ben insandım ve bir nehri takip ederken kendimi burada ve yengeç olarak buldum diyor ve hikayesini anlatmaya başlıyor:
“Biz üç kişiydik, coşkun akan bir nehir boyunca, nehrin denize döküldüğü yeri arıyorduk. Nehir bazen öyle genişliyor ve çoğalıyordu ki, sanırsın deniz. Bazen de öyle daralıyordu ki inanmazsın bir baş parmağı kalınlığında ve cılız akıyordu. Anlamıyorduk, açıklayamıyorduk bunun nedenini. Şimdi düşünüyorum da biz üç kişiydik ama ben bu ikisini önceden hiç tanımıyordum. Nerede başlamıştı bu yolculuk onu da hatırlamıyordum. Bir gün nehrin bir dağın kayalık bir yamacında birden bittiğini fark ettik. Dikkatlice baktığımızda nehir kayaların arasından kaybolup yerin altına doğru çekiliyordu. Gün batana kadar nehrin yerin altına çekildiği yerde bir gedik aradık, yerin altına inmeli ve nehri takip etmeliydik. Akşama doğru bulduk. Bir insanın girebileceği büyüklükte bir gedikti. Suya atlayıp aşağıyı keşfetmeliydik. Hangimiz yapacaktı? Düşündük tartıştık ve bu yola birlikte çıktık, bu dalışı da birlikte yapacağız dedik. Hep birlikte atladık. Su güçlü bir akıntıyla bizi de derinlere doğru çekmeye başladı. Tam nefesimiz yitti derken suyun üstünde bir açıklık belirdi ve oraya doğru yüzerek yer altında çok büyük bir kanalın içinden nehrin akmaya devam ettiğini gördük. Nehir kenarında kayalık bir yol bile vardı. Yola çıktık ve nehrin aktığı yönde yürümeye devam ettik. Kanal boyunda kanalın duvarlarında bölüm bölüm değişkenlik gösteren, parıltılı ve renkli kayalara rastladık. Sanki soğumuş göktaşı gibi, sanki mücevher gibiydiler. Bir süre sonra kapkaranlık bir bölüme geldik göz gözü görmüyordu ve biz çok korkuyorduk. Ancak o korkuya rağmen kahkaha atıyor, aynı zamanda büyük bir heyecanla daha hızlı ilerlemeye devam ediyorduk. Sonunda ne olacağını görmek için sabırsızlanıyorduk. Derken ilerde aydınlık ve genişleyen bir alan fark ettik. Alana geldiğimizde nehir yine kayaların arasından kaybolmuştu. Alanda devasa bir kapı, kapının önünde ultra lüks koltuklar ve koltuklarda oturan üç kadın vardı. İçimizden biri bu manzarayı görünce heyecanla kadınlara doğru koşmaya başladı. Onu fark eden ilk kadın da hemen kalkarak onun önüne geçti ve birbirlerine dokundukları an ikisi birden bayılarak yere düştüler. Sonra ikinci arkadaş ve ikinci kadın da düştü. Sonra bir kadın daha geldi ve şimdi iki kadın ellerinde kalın birer zeytin dalıyla üzerime doğru geliyorlardı. Bense zeytin dallarının ucundan tutarak direniyordum. Çok korkuyordum ama onlar da korkuyordu. Sanırım ağaçta bayıltan bir koku vardı çünkü artık bilimcim bulanmaya başlıyordu.
Sonra kendimi bir pazar yerinde buldum. Pazar yerinde tanımadığım insanlarla dolu bir Pazar tezgahındaydım ve tezgâh ağzına kadar balık doluydu. Elimde bir kâğıt kalem vardı. Sevgilime mektup yazmak istiyorum ama o kadar çok balık vardı ki yazamıyordum. Kafamı kaldırıp pazar yerinin öbür ucunda onu görüyordum. O beni görmüyordu.
Kendimi bir anda yapayalnız, bir yatakta uyanmış olarak buldum. Ellerimde siyah eldivenler vardı. Pazar tezgahında da ellerimdeydiler. Bunları çıkarmadan mı uyudum acaba? Birden panikledim, çünkü eldivenler elimden çıkmıyordu bir türlü. Koşarak yatak odasından çıkıp salona girdim sanki sevgilim orda ve bana yardım edecek. Gerçekten uyandım bu kez. Ellerime baktığımda ellerimin yengeç kıskacına döndüğünü fark ettim. Sonra o iki kadın bana yeraltının krallığına yasak olarak girdiğimi ve artık hayatıma beklemenin kumsalında bir yengeç olarak devam edeceğimi ve beklediğim şey gelmeden eski halime dönemeyeceğimi söyledi. Ve işte buradayım.”
Yani burada sevgilini mi bekliyorsun diyorum. Hiç sevgilim yok ki diyor. O zaman neyi bekliyorsun diyorum. Neyi değil kimi bekliyorum diyor. E söylesene o zaman kimi bekliyorsun diyorum. Pazar yerinde beni fark etmeyen sevgilimi bekliyorum diyor. E hani sevgilin yoktu diyorum. Pazar yeri benim düşümdü, düşümdeki, içimdeki sevgiliyi bekliyorum diyor ve soruyor: sen neyi bekliyorsun? Neyi değil diyorum, kimi bekliyorum?
*
İlk günler bu beklemelerin nasıl süreceğini bilmesem de çabuk geçeceğine inanıyordum. Hatırlıyorum sabah doğan güneşi izle denize gir çık kumsalda biraz yürü çayırlarda dolaş yemişlerden ye karnını doyur, e fena değildi bu bekleyiş. Üç gün sürdü. Sonra haftalık döngüler halinde kâbus girdapları, halüsinasyonlar ve sanrılar, ağlamalar ve uykusuzluklar. Beklemenin kıyısı tüm ihtişamı ve güzelliğiyle işkence ediyordu ruhuma. Ne gündüz düşü ne gece düşü, her şey gerçekti beklerken Calli’yi.
İlk kabusta kara bir bulut ben güneşlenirken tepemden hızla indi ve boğum boğum olmuş kara kollarını boğazıma dolayıp beni nefessiz bıraktı. Bilincim bulanıkken hatırlıyorum söylediği ismi; Calli diyordu. “Öyle keyif içinde mi bekleyeceğini sandın Calli’yi sana gelmemesi için kapatacağım tüm yolları görürsün. Her şeyi hafife alan insanoğlu öğren artık kanamadan yok mutluluk.”
İlk böyle duydum ismini. Neyi değil kimi beklediğimi…
Sonra putlaşmanın kâbusu başladı. Bir taşın üstündeydim belki de taşın kendisi. İçimde fırtınalar, kaygılar, korkular ve merak varken; dışım taş kesmiş ifadesiz ve hissiz bir görüntüde beklemedeydim. Aslında belki iki gün sürdü ama iki asırdan uzun geldi. Her yerimin buz gibi olduğunu fark ettim. Bir tek kalbim atmakta o da tüm gücüyle son tempoda ama nafile ısıtamamaktaydı taş bedenimi. Gökte kara bulutlar deniz deli dalgalı. Bir an iki kara bulut arasından sanki güneş doğmuş gibi hızla bir ışık çarptı bedenime ve bir anda sıcacık oldum. Taş çözüldü, bulut dağıldı ve deniz duruldu. Dilimden istemsiz bir şeyler döküldü: ”Calli” Beklediğimin ismi.
Böyle geçti yalnızlığın ve beklemenin sahilinde günler. Ve beklemenin sahilinde bazı kabuslarımı ertesi sabahları unutmayı öğrendim. Ben kâbusları unuttukça her gece ay ile Jüpiter arasından sarı bir yıldız parlıyor bazen iki bazen üç saat ve bazen de uykulara dalana kadar oradan beni ısıtıyordu. Sanki beklediğimi biliyor ve sanki beni ısıtıyordu.
Ve sonra bir sabah gözlerimi açtığımda arkası bana dönük olarak denize bakan uzun sarı saçlı tanrıçayı gördüm. Hemen koşup ona arkasından sarıldım. Sarıldığım anda başka bir dünyadaydım sanki bulutların üzerinde ayaklarım yerden kesilmiş ve uçarken dünyamıza bakıyor ve onu daha farklı görüyordum. Her şey çok güzel ve gerçekti. Sonra bir anda kayboldu tanrıça ve aynı anda sahil yeniden doldu yılkı atlarla. Yengeç el salladı, “beklemenin sahili bitti ama sen biraz daha sık dişini.”
Sıktım dişimi ama dişim kırılmadı. Gülerek bekledim biraz daha Calli’yi.
Ve bir gün güneşin batmasına yakın, çarşaf gibi denizden yüzerek bana doğru yaklaşırken gördüm sarı saçlarını. Bir kolunu tüm heybetiyle kaldırıp denize çarparak kulaç atarken öbür kolu ile denizin yüzünde ufak daireler yaparak ilerliyordu. Yavaş, kendinden emin ve bir o kadar da kararlı.
Denizden çıkarken tüm sarı saçları yarı çıplak bedenine yapışmış; arkasına güneşi mi almış, kendisi mi güneş anlamadığım bir güzellikle kıyıda durdu. Sonra kol sandığım şeyin kanat olduğunu fark ettim ve bir kanadığı olabildiğince geniş açıp üstündeki suları atarken öbür kanadını kumlara sürüyerek yanıma geldi.
“Ben Calli, ilham perin, çağırdın geldim” dedi.
Ben mi çağırdım diye geçirdim aklımdan çünkü dilim tutulmuştu konuşamadım önce.
Yere sürüdüğü kanadını kaldırdı ucuyla dudaklarıma dokundu ve “sus sadece dinle.” dedi.
“Beni sen yarattın, bu rüya da senin. İlham dediğin şey senin içindeydi. Bunun için tanrılara ihtiyacın yoktu. Ama yanıldın ve beni aradın. Ararken kendi düşünün içinde kayboldun ve beni bulduğunda bile bana tapınmak geçti içinden. Şimdi ya uyanacaksın ya da yeniden uyandığını sandığın başka bir düşte bulacaksın kendini. Düş görmek güzeldir orda beni bulursun ama uyandığında unutma ki ben zaten senin ruhunda olacağım göklerde değil. “
Sonra sağlam kanadını başıma koyarak uyan artık dedi.
Uyandım ve tepemde bir rüya kapanı Calli’nin gözü gibi bana ta içime bakıyor.
Uyandım mı yine bir düşte miyim?